Denizlere Çıkan Sokaklar
Uluç Gürkan yazdı...
1968 ve Ortanın Solu
Mayıs 1971… 12 Mart askeri müdahalesinin parlamento vitrinli faşist yönetiminde geniş çaplı tutuklamalar yapılmıştı. Cezaevleri tıka basa doluydu. Hocalarım Prof. Dr. Sadun Aren, Prof. Dr. Mümtaz Soysal, gazeteci büyüğüm İlhami Soysal, Dr. Adil Özkol ve Hüseyin Ergün ile birlikte Ankara’da Mamak Askeri Cezaevi’nde “vitrin” denilen ayrıcalıklı bir bölümünde aynı odadaydık.
Yanımızdaki odada da Fakir Baykurt ve TGS yöneticisi arkadaşları ile Turgut Kazan vardı.
Bir süre sonra Prof. Dr. Muammer Aksoy Hocamız da bir süre sonra tutuklanıp bizim odaya getirilecekti…
Berber Buluşması
Gününü tam anımsamıyorum… İki odanın oturmak ve yemek için birlikte kullandığı üçüncü odadaydım. Yanıma daha önce hiç görmediğim, uzunca boylu bir asker geldi. “Ben cezaevinin berberiyim” diye kendisini tanıttı ve hafifçe gülümseyerek “Uluç Bey tıraşınız gelmiş” dedi…
Şaşırmıştım. “Gerek yok” dedim… Kulağıma eğildi ve fısıldadı:
“Deniz Gezmiş sizinle konuşacak…”
Şaşkınlığım bir kat daha artmıştı. Kaygılanmıştım da… Ancak, Deniz’in adını duyunca “hayır” diyemedim. “Ne olacaksa olsun” duygusuyla ayağa kalktım, “Ben tıraşa gidiyorum” dedim…
Bizi özgürlüğümüzden ayıran demir parmaklıların kapısını açıktı. Yönetim odalarına açılan koridorun biraz ilerisindeki diğer demir parmaklıktan geçtik…
Tamamına yakını öğrenci olan yüzlerce genç yurtseverin tutulduğu cezaevi koğuşlarının bulunduğu bölümdeydik… Berber odasına girdik. İçeride kimseyi görmeyince “Deniz” dedim. Berber eliyle “bir dakika”1 işareti yaptı ve odayı daha geniş bir oda ya da salondan ayırmak için kullanıldığı anlaşılan kontrplak bölmeye dönerek, “Uluç Gürkan geldi, koltukta” dedi.
Bakınca, kontrplak bölmenin altına doğru bir açıklık olduğunu fark ettim. Koltuğa oturdum. Berberimiz sakal tıraşı pozisyonunda yüzümü sabunlamıştı ki, Deniz’in sesi geldi;
“Uluç nasılsın? Hocalar, İlhami ağabey, Fakir Baykurt, Turgut ağabey nasıllar?''
Berberimiz yüzümü duvara dönmeme eliyle engel oldu. Önümdeki aynaya bakarak, “Biz iyiyiz, asıl sen nasılsın? Arkadaşlarımız nasıllar?” diye sordum ve moral olması umuduyla ekledim:
“Atilla Karaosmanoğlu’ndan Mümtaz Hoca’ya mektup geldi. Durumu düzeltmeye çalışıyorlarmış. Başaramazlarsa kamuoyunun dikkatini çekecek bir düşünceleri varmış…”
Deniz’in yanıtı “yaşayıp göreceğiz” özetindeydi… “Herkese selam söyle, kimse moralini bozmasın” dediğinde sanıyorum uyarılmıştı….
Deniz’in berberimiz ile bağlantısı nasıl sağlanmıştı? O kontrplak duvardaki açıklık nasıl kapatılıyordu? Deniz’i hücresinden çıkarıp ö duvarın arkasına kim nasıl getiriyordu?
Merak içindeydim, ama soramazdım. Bu soruların sırrı, Deniz’in Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikte idamına, o büyük insanlık ayıbına kadar hep içimde “acaba özgürlük yolu mu” umudu olarak canlı kaldı…
Kemalist Devrim
1968’in Dev-Genç ve Devrimci Öğrenci Birliği’nde (DÖB) örgütlü sosyalist gençliği yakalarında Atatürk’ün kalpaklı fotoğrafını taşımaktan kaçınmazdı. Atatürk devrimlerinden güç aldıklarını [1], Gazi Mustafa Kemal milli kurtuluş idealini yaşatmak için mücadele ettiklerini [2] bütün açıklığıyla ifade ederlerdi. Özellikle Deniz Gezmiş bu konuda son derece netti. Hem Kemalist hem de Marksist, sosyalist olduğunu söyledi.
Gazeteciliğe başladığım Devrim Gazetesi’nde Doğan Avcıoğlu ile beni Deniz tanıştırmıştı. “Uluç” denişti, “bizim gibi Marksist Kemalist değil. Sizin gibi o da sol Kemalist…” Avcıoğlu gülerken ağzından hiç eksik etmediği sigarasını düşürmüştü.
1968’lerde devrimci bir gençlik lideri olan Oral Çalışlar da Deniz’in kendisi Kemalist olarak tanımlamasına tanık olmuş:
“Bir gün Deniz Gezmiş’le Tünel’deki Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı binasından çıkmıştık. Sokağın başında, vitrininde Atatürk fotoğraflarının sergilendiği Foto Süreyya’nın önünde durduk. Deniz, ‘Biz Kemalistler’ diye söze başlayınca şaşırarak ‘Biz sosyalist değil miyiz?’ dedim. Deniz rahat bir şekilde, ‘Hem sosyalistiz hem de Kemalist’iz’ cevabını verdiğinde pek yadırgamadım…” [3]
Deniz’e göre, Türkiye ilk Kurtuluş Savaşından sonra yeniden yarı-sömürge durumdaydı. Kemalist Cumhuriyetin başına anti-Kemalist politikacılar geçmişti. Gençlik, emperyalizme ve anti Kemalist gidişe karşı verilen savaşta en ön safta bulunmaktaydı.
Devrim gazetesinde, okuldan atılması üzerine kendisiyle yaptığım söyleşide, “Elbette” diyordu, “tarihi önderlik sorunu ayrı bir konudur. Bugün için gençlik, mümkün olduğu kadar geniş halk kitlelerini emperyalizme karşı mücadeleye katmak için devrimci eylemde bulunacaktır. Kemalist devrim tamamlanacak ve onun emperyalizmle çelişen bütün milli sınıf ve tabakalara mal edilmesi sağlanacaktır. Gençlik bütün Kemalist güçlerle yek vücut olmak zorundadır.” [4]
Deniz Gezmiş’in Kemalizm vurgusunu her nedense içlerine sindiremeyen kimi çevreler yıllar sonra bu söyleşinin doğru olmadığını, Deniz adına Doğan Avcıoğlu ile benim uydurduğumu öne sürdüler. Deniz’in söyleşinin yayınlanmasından sonra yaşadığı iki yıl boyunca ne kendi ağzından ne de avukatları aracılığıyla bu söyleşiyi yadsıyan herhangi açıklaması olmadığını dahi umursamadılar.
Kimileri, idamı öncesinde babasına yazdığı mektubu da yalanlamaya kalkışarak Deniz’in anısına en büyük saygısızlığı dahi göze alabildi. Babasına “Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni” diye müteşekkir olduğunu ifade etmesini, kendisini ve mücadele arkadaşlarını “Kemalist çizgiden sapanlara” karşı “biz Türkiye'nin ikinci kurtuluş savaşçılarıyız” diye tanımlamasının üzerini çizmeyi denedi.
Oysa 1968’in Türk solu ilhamını büyük ölçüde Kemalist Devrim’den almıştı. Kemalizm’in antiemperyalist vurgusu, sosyalist ile ortanın solunda yürüyen gençlerin 1968’deki bağını oluşturuyordu.
1968’in öncüleri, Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan bu bağın en güçlü halkalarıydı.
Deniz, Devrim gazetesindeki söyleşisinde, Kemalist güçler arasında ‘’Ortanın Solu’’ tabanından olan umudunu şöyle dile getirmişti:
“Bugün bizi devrim yobazı olarak nitelendiren birkaç CHP yöneticisi Ortanın Solu tabanını temsil etmemektedir. Anti-Kemalist karşı devrimcilerin yanında yer alan bu birkaç yöneticiyle ortak bir mücadele söz konusu değildir. Fakat şuna inanıyoruz ki, tam bağımsızlık isteyen dürüst Ortanın Solu tabanı Kemalist bir Türkiye'nin kurulması için bizimle birlikte mücadele edecektir.”
Kemalizm’e göndermeler yapan bunca açıklamasına rağmen, yargılandığı Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) davasında savcı, bunun kendisinin Kemalist olduğu anlamına gelmediğini, sadece Kemalimde var olduğunu düşündüğü emperyalizm karşıtlığını üzerinden kendini ifade ettiğini, bu nedenle Atatürk demediğini iddia edince, Deniz’in yanıtı “bunu kesinlikle reddediyorum” olmuştur:
“Bunu kesin olarak reddediyorum, asla kabul etmiyorum. Diğer yurtseverler de bunu kabul etmez. Bu kasten tahrif edilmek isteniyor, gerçekler örtülmek isteniyor. Bu cümle art niyetle hazırlanmıştır. Bu memlekette Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz.”[5]
Kemalizm’i, “emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir millî kurtuluş bayrağıdır” olarak tanımlayan Mahir Çayan’a göre de “Kemalizm’in özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizm’i bir burjuva ideolojisi veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak, kesin olarak yanlıştır. Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; millî kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur.” [6]
Ortanın Solu Açılımı
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi sonrasında gerçekleşen 1961 seçiminde birinci parti olmuştu. Ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) tek başına hükümet kuracak sandalye sayısına ulaşmamıştı.
Başbakanlığı CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün üstlendiği koalisyon hükümetleri kurulsa da bu hükümetler kalıcı olmamıştı.
CHP’nin, önce 27 Mayıs’ta kapatılan Demokrat Parti’nin (DP) devamı olarak görülen Adalet Partisi (AP) ile, ardından Yeni Türkiye Partisi (YTP) ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ile kurduğu koalisyon hükümetleri birbiri ardına dağılmıştı. Bağımsızlarla kurulan üçüncü koalisyon hükümeti de TBMM’ne sunulan 1965 yılı bütçe tasarının reddedilince, İsmet İnönü’nün istifasıyla son bulmuştu.
1965 seçimlerine AP, YTP, CKMP ve Millet Partisi’nin katılımıyla kurulan koalisyon hükümetiyle gidilmişti.
1965 seçimleri CHP için tam bir hayal kırıklığı olmuştu. AP yüzde 53 oy ve 450 kişilik Millet Meclisi’nde 240 milletvekili ile tek başına iktidar olmayı başarmıştı. Oyları 8 puan azalan ve yüzde 28,7’ye düşen CHP ise ancak 134 milletvekilliği kazanabilmişti.
Buna karşın, Türkiye İşçi Partisi (TİP), yüzde 3 oyla 15 milletvekili kazanarak Meclis'e giren ilk sosyalist parti olmuştu…
Bu ağır seçim yenilgisinin bir nedeni, koalisyon hükümetlerinin yarattığı tüm sıkıntıların CHP'den kaynaklandığı yolunda yaratılan kamuoyu algısıydı.
Örneğin, Kıbrıs'ta Rum çetelerinin saldırılarını önlemek ve Türklerin can güvenliğini sağlamak amacıyla alınan askeri müdahale kararının ABD Başkanı Johnson tarafından gönderilen mektupla engellenmesi, kimi çevrelerce ABD emperyalizmine boyun eğildiği, kimi çevrelerce de Türkiye’nin İnönü tarafından Rusya’ya yakınlaştırılmak istendiği eleştirilerine konu olmuştu.
Oysa, İnönü’nün Johnson mektubuna tepkisi “daha önce başka bir vesileyle dile getirdiği “yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır” biçimindeydi. .
Seçim yenilgisinin bir başka nedeninin de seçimlerde CHP’nin siyasi yelpazedeki yerini “ortanın solu” kavramıyla tanımlaması olduğu öne sürülmüştü.
1965 seçimlerine gidilirken CHP’nin cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik laik demokrasi, devlet güdümlü planlı karma ekonomi, sosyal adalet ve devrimciliğe dayanan bir programı bulunmaktaydı. İsmet İnönü, bu programın ideolojiler yelpazedeki yerini "ortanın solu" olarak tanımlamıştı.
İsmet İnönü, 10 Ekim 1965 genel seçimleri öncesinde Milliyet gazetesinde Abdi İpekçi’ye açıklamasa CHP’nin çizgisinin ‘ortanın solu’ olduğunu vurgulamıştı:
“CHP bünyesi itibarı ile devletçi bir partidir ve bu sıfatla elbette ortanın solunda bir anlayıştadır. 1923’teki harap ülkede bir kalkınma çaresiyse, bugün de ekonomik hayatımızın temel bir unsurudur.” [7]
Bu doğrultuda parti söyleminin devletçilik, devrimcilik ve sosyal adalet gibi kavramlarla zenginleştirilerek CHP’nin geleneksel altı okundan halkçılık ilkesi temeline oturtulması düşünülmekteydi. Böylece, 1961 seçimlerinde İşçi Partisi’ne yönelen sol oyların geri kazanılması ve ilerici yeni bir imaj yaratılarak yeni kaymaları önlemenin hesabı yapılmaktaydı.
Johnson mektubunun yarattığı anti-emperyalist ortamın da altı okun milliyetçilik ilkesiyle bütünleştirilmesi öngörülmekteydi. Bunun gençliğin yükselen tam bağımsızlık talebini karşılayacağı umuluyordu.
Ancak, CHP’nin “ortanın solu” açılımı ters bir etki yaratarak Adalet Partisi (AP) için “anti-komünizm” odaklı bir seçim kampanyasının malzemesi olmuştu. Duvarlar, “ortanın solu Moskova'nın yolu" sloganlarıyla doldurulmuştu. AP genel başkanı Süleyman Demirel, hemen her mitinge “Biz komünist düşmanıyız. Komünizmle yılmadan mücadeleye kararlıyız... Biz aşırı sol cereyanlarla mücadeleye kararlıyı” diye konuşmuştu.
Ecevit’in Direnişi
Seçim yenilgisi sonrasında CHP içinde “ortanın solu” tartışması alevlendi.“Göbekçiler” adı takılan, başını Turan Feyzioğlu ve Kemal Satır’ın çektiği bir grup CHP’nin ortanın soluna yönelmesine karşı çıkıyordu. Liderliğini Bülent Ecevit’in üstlendiği partililer ise ortanın solunda direnilmesi gerektiğini savunuyordu.Gerçekte, CHP’nin siyasi yelpazedeki yerinin ortanın solu olduğu vurgusu 1965 seçimlerinde hiç ortada yokken bir anda gündeme gelmiş değildi. Bu konu parti içinde 27 Mayıs askeri müdahalesinden kısa bir süre sonra konuşulmaya başlamıştı.
Aynı zamanda İnönü’nün damadı olan gazeteci Metin Toker, Akis dergisindeki yazılarında, İsmet İnönü’nün Ağustos 1960’ta dönemin CHP Genel Sekreteri İsmail Rüştü Aksal ile Heybeliada’da bir araya gelerek CHP’nin ortanın soluna yöneleceğini açıklamıştı:
“CHP’nin geniş halk kütlelerinin refahını en ziyade göz önünde tutan, sermayenin belirli ellerde terakümünün aleyhinde bulunan parti olduğunda zerrece tereddüt bahis mevzuu değildi. Şimdi, o istikamet biraz daha belirli şekilde tutulacak, memleket davalarının halli daha sosyalizan bir görüşle mütalaa olunacaktı. Bu, eski partinin sosyalistliğe heves ettiği manasını taşımıyordu. Sadece, i’lerin üzerine noktaları konacaktı. CHP ortanın solunda Amerika’daki Demokrat Parti derecesinde yer alacaktı.” [8]
CHP’nin ortanın solu yönelimi, 1961 seçimleri sonrasında işçi sınıfı ve sendikacılık hareketine önemli bazı hakların getirilmesini kolaylaştırmıştı.
1961 Anayasası ile “sosyal devlet” anlayışı devletin temel nitelikleri arasında sayılmıştı. Ayrıca, çalışanlara genel olarak sendikalaşma, “işçi” statüsünde olanlara da grev hakkı tanınmıştı. Anayasa’daki bu hakların kullanımının sağlaması, 1963 yılında İsmet İnönü’nün Başbakan, Bülent Ecevit’in Çalışma Bakanı olduğu CHP’li koalisyon hükümetleri görevdeyken kabul edilen 274 sayılı Sendikalar Yasası ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası ile gerçekleşmişti…
İsmet İnönü de Bülent Ecevit gibi, CHP’nin siyasi yelpazedeki yerinin "ortanın solu" olarak tanımlanmasında ısrarlıydı. Bunu sosyal devlet olmanın ve CHP’nin 6 okunun gereği sayıyordu:
“1961’e kadar 250 lira kazancı olan vergi ödüyor, 250 000 lira kazancı olan vergi vermiyordu. Bugünkü toplum bunu kabul etmiyor. Ortanın solu işte budur. Bugünkü toplum devletin, ülkenin yetenekli çocuklarını okutmasını istiyor, ortanın solu budur. Devlet vatandaşın sağlığını korumak için tedbir alacaktır, ortanın solu budur. Bugünkü devlet sosyal devlettir. Bu anayasa hükmüdür. Anayasa ortanın solunda bir kanaatle yapılmıştır. Şimdi ortanın solunu anladınız mı?”
“Çağdaş uygarlığın üstüne çıkmak, ancak devletçilik ile mümkündür. Kalkınmamızı yaparken, ekonomik bakımdan, sosyal bakımdan bugünkü uygarlıkta kullanılan solcu, sağcı deyimlerinin son ölçüsünü verelim istedik. ’40’ yıldır devletçiyiz derken ayni şeyi söylüyoruz. Bunun için ‘Ortanın Solundayız!’ dedim. Aslında ‘Laikiz!’ dediğimiz günden beri ortanın solundayız. Halkçı isen ortanın solunda olursun…” [9]
Bülent Ecevit’in 1966 yılında CHP genel sekreterliği görevini üstlenmesiyle birlikte partinin ortanın soluna yönelimi iyice güçlenmişti. Bu arada, İsmet İnönü’nün kalkınma odaklı devletçilik anlayışından daha halkçı bir çerçeveye evirilmiş ve “düzen değişikliği” söylemiyle bütünleşmişti. Nitekim, CHP’nin 1969 seçim bildirgesi “Düzen Değişikliği Programı” olarak adlandırılmıştı.
Bülent Ecevit’in ‘’Ortanın Solu’’ adlı kitabında düzen değişikliğinin kendiliğinden gelişmeyeceği, devrim ve reformlarla çabuklaştırılması gerektiği belirtilmekteydi:
“Ortanın solunda bir insanlık anlayışına ve toplum görüşüne uygun bir düzen kurulması ve böyle bir düzen için gerekli ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmenin veya değişikliğin gerçekleştirilmesi, oluruna ve zamana bırakılamaz. Bu düzenin, evrimci yoldan, kendiliğinden gelişmesi beklenemez… Onun için kurulması gereken düzen, devrim ve reformlarla çabuklaştırılmalıdır…” [10]
“Bu dönemde yapılacak devrim ve reformlar, bir bakıma geçmişte yapılanların birçoğundan daha çetindir. Çünkü bunlar, devleti soymayı ve halkı aldatarak sömürmeyi verimli bir kazanç yolu olarak görenlerin olanca güçleriyle karşı koyacakları reform ve devrimlerdir. Çünkü bunlar, Türkiye gibi az gelişmiş bir ülkeyi iktisadi sömürge durumuna getirmek için oyunlar çevirenlerin bu oyunlarını bozacak; Kurtuluş Savaşı’nda topraklarımızın üstünden kovulan çıkarcı güçlerin, şimdi topraklarımızın altından yurda sızmalarını önleyecek reform ve devrimlerdir. Onun için böyle devrim ve reformlara karşı, yerli sömürücülerin yurt içinde kuracakları cephe, yurt dışından da desteklenir…” [11]
Sosyal Demokrasi Dernekleri
1968’e gelindiğinde CHP’nin ortanın solu açılımı toplumda tam karşılığını bulmamıştı. Buna karşın üniversitelerde yayılmaya başlamıştı. Çok sayıda öğretim üyesi CHP’ye üye olurken, öğrenciler de sosyal demokrasi derneklerinde örgütlenmekteydi.
Bu konuda Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi /SBF), tarihsel adıyla Mülkiye başı çekiyordu. Ben de 1964 yılında Mülkiye’ye kaydımı yaptırdığım gün, CHP Genel Merkezi’ne giderek partiye üye olmuş ve gençlik kollarında çalışmaya başlamıştım.
Bu arada, Türkiye’deki ilk Sosyal Demokrasi Derneği (SDD) de 1965 yılında Ankara’da SBF’de kurulmuştu. Ancak, ilk yılında fazla iki görmemişti. Derneğin kurucuları ve ilk yöneticilerinin Turan Feyzioğlu ile İsmet İnönü ve Bülent Ecevit ayrışmasında Feyzioğlu’nun yanında yer alması, derneğe ilgiyi, deyim yerindeyse köreltmişti.
1966 Kurultayı’nda Bülent Ecevit’in CHP Genel Sekreteri olması sonrasında SBF Sosyal Demokrasi Derneği’nde gözle görülür bir hareketlenme başlamıştı.
Bülent Ecevit, “CHP’nin devrimciliği, yapılmış devrimlerle sınırlı değil, sürekli devrimciliktir” diyordu. Ortanın solu yolunda duralamadan ve hiçbir güce boyun eğmeden cesaretle yürüyeceklerini, düzeni geniş halk kitleleri çıkarları doğrultusunda değiştirecek devrimlerin ve reformların öncüsü ve yapıcısı olacaklarını söylüyordu.
Bu söylem, dernek üyelerini etkilemişti. Ocak 1967’de toplanan Genel Kurul’da yönetin değişirken, Turan Feyzioğlu’nun yanında saf tutan önceki yöneticiler “derneğin siyasi çizgisine ters düştükleri” gerekçesiyle ihraç edilmişlerdi. Hızla artan üye sayısı da 100’ü bulmuştu. Bu süreçte, çeşitli üniversite ve fakültelerde kurulmuş olan sosyal demokrasi dernekleri federasyon çatısı altında bir araya da gelmişti…
Nisan 1967’de Mülkiye’de yapılan Öğrenci Derneği seçimine SDD “Ortanın Solu” Grubu” adıyla katıldı.
Dernek Başkanlığı için aday gösterilmiştim. Rakiplerimiz Fikir Kulübü’nün “Sosyalist Grup” ile Hür Düşünce Kulübü’nün sağ ittifakı “Arapkir Grubu” idi.
Seçimi 545 oy alarak kazandık. Sosyalistler 485, sağ ittifak ise 180 oyda kaldılar.
Seçim CHP’de büyük bir sevinç yaratmıştı. Çok sayıda CHP milletvekili fakülteye gelerek bizi kutlamış, Genel Sekreter Bülent Ecevit de eşi Rahşan Ecevit ile birlikte Mülkiye 1967 Mezuniyet Balosu’na Öğrenci Derneği’mizin davetlisi olarak katılmıştı. Bu Ecevitlerin, tanık olduğum kadarıyla katıldıkları ilk ve son baloydu.
Bülent Ecevit, “Mülkiye’de Ortanın Solu adıyla kazanılan bu ilk seçimi Türkiye’de kazanılacak seçimlerin ilk kıvılcımı” olarak değerlendirmişti…
Kıbrıs ve Kıbrıs Olayları
Kıbrıs, 1960’lı yıllar da Türkiye’nin en büyük ulusal ve ulusal sorunuydu. Öğrenci Derneği’mde göreve başladığımızda, adanın Yunanistan’a bağlanması (Enosis) için uğraşan Kıbrıslı Rum Silahlı Örgütü’nün (EOKA) Türkleri hedef alan saldırıları yeniden başlamıştı. Birleşmiş Milletler Barış Gücü de saldırıları önlemekte yeterli olamıyordu. Dernekte hemen her gün ne yapabileceğimizi tartışıyorduk... Kıbrıs benim için özellikle önemliydi. Babam, 1964’te Kıbrıs’a müdahale için “Çıkartma Birliği” olarak görevlendirilen 39. Tümene, rahatsızlanan Tümen komutanının yerine “vekaleten” komuta ediyordu. Ancak yola çıktıktan kısa bir süre sonra Ankara’dan “geri dönün” emrini almıştı. Dönemin ABD Başkanı Johnson, bir mektupla Türkiye’yi tehdit etmiş, müdahale halinde Sovyetler Birliği Türkiye’yi hedef alırsa NATO’nun karşılık vermeyeceğini bildirmişti. Bu arada, ABD 6. Filosunun engelleme yapacağını da ima etmişti.
Kıbrıs, yakından tanığı olduğum bu olay nedeniyle benim için Türkiye’nin tam bağımsız yolunda anti-emperyalist mücadelesinin ilk adımıydı…
1967 yılının son haftası olmalı… Kıbrıslı arkadaşlarımızdan öğleden sonra haber geldi. Ölümlü Rum saldırılarını protesto için saat 17.00’ de okullar ve işyerleri dağılınca Kızılay’da sürpriz bir miting yapacaktık.
Fazlaca vaktimiz yoktu. Duyularımızı da gizlice yapacaktık. Buna rağmen saat 17.00’de Zafer Meydanı’nda bir anda 2- 3 bin kişi ellerinde bayraklar ve pankartlarla bir araya gelmişti. En büyük katılım, Mülkiyeli SDD ve Fikir Kulübü üyeleriydi.
Kıbrıslı arkadaşlarımızın planı, Kızılay’da bildiri dağıtıp Sıhhiye’ye kadar yürümekti. Biz de onlara uyacaktık.
Tam bu sırada, bir gurup ”Başbakanlığa, Başbakanlığa“ biye bağırmaya başladı. Topluluk kontrol edilemedi, yön değiştirerek Milli Eğitim bakanlığı önünden Başbakanlığa yöneldi. Başbakanlığın önünde Polis önümüzü kesti. Çatışmalar Kızılay’a da yayıldı…
Kıbrıslı arkadaşlarınız protestolarını Kızılay Meydanı’nda “Gandi Duruşu” adını verdikleri oturma eylemleriyle sürdürdüler. Bu eylen, o sırada Kıbrıs’a girme yasağı bulunan Rauf Denktaş’ın Hükümetin devreye sokulmasıyla üçüncü gününde sonlandırıldı…
Aradan birkaç gün geçmişti ki, 1 Kasım 1967 günü gazetelerde “Denktaş, Kıbrıs’ta tevkif edildi” haberini görünce şaşırdık. Denktaş, yanında iki yol arkadaşı Erenköy açıklarında küçük bir botla Ada’ya girmeye çalışırken yakalanmıştı.
Türkiye, Denktaş’ın serbest bırakılması için diplomatik girişimlere başlarken biz de bu amaçla, SBF Öğrenci Derneği olarak Kıbrıs Talebe Cemiyeti (KTC) ile birlikte Kurtuluş Meydanı’nda geniş katılımlı bir miting yapılması için harekete geçtik. Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF), Ankara Üniversitesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi öğrenci birlikleri yanında, KTC’nin önerisiyle “Kıbrıs’ın ulusal bir dava olduğu” gerekçesiyle sağcı Milli Türk Talebe Birliği’ne (MTTB) çağrı yaptık.
Kurtuluş Meydanı dolmuştu. Kürsüde mikrofonu önce Rauf Denktaş’ın eşi Aydın Denktaş’a verdik. Gözyaşları arasında, yaşamını Kıbrıs davasına adamış eşinin Türk Hükümetince kurtarılmasını istedi. Miting meydanındaki bizlere gençlere hitaben de “Eşimi Türk Gençliğine emanet ediyorum” diyerek sözlerini tamamladı.
İkinci sırada MTTB’den bir arkadaş vardı. Konuşmacılar için süreyi 20 dakika olarak belirlemiştik. Ancak arkadaş uyarılarımıza rağmen mikrofonu bir türlü bırakmıyordu. Miting tertip Komitesi müdahale etmek zorunda kaldı ve arkadaşı kürsüden indirdi.
O da yaklaşık 300’ kişilik bir gurupla meydandan ayrıldı ve Kurtuluş Lisesi ile İlkokulu arasında yola çekildi. Bir süre sonra miting alanını taşlamaya başladılar. Bir yandan da “Komünistler Moskova’ya” diye bağırıyorlardı…
Mitinge katılanlar üzerlerine yürününce, polisin kalkan olma çabasına karşın dağılıp kaçmak zorunda kalmışlardı…
En büyük Kıbrıs mitingi 16 Kasım’da gerçekleşti…
Bir gün önce Rumlar Boğaziçi ve Geçitkale’de kanlı saldırılar gerçekleştirmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), Hükümetin müdahale yetkisi istemesi nedeniyle olağanüstü toplantıya çağrılmıştı.
Oysa o gün İsmet İnönü’nün Mülkiye’de “Türk Kurtuluş Savaşı - Tarihin İlk Anti-emperyalist Başkaldırısı” başlıklı bir konuşması olacaktı. TBMM olağanüstü toplanınca heyecanla beklediğimiz bu konuşmayı ileri bir tarihe ertelemek zorunda kalmıştık.
Konuşmasını heyecanla bekliyorduk çünkü İnönü “kurulacak yeni dünyada Türkiye’nin yeri” konusunda bir değerlendirme yapacağı izlenimi vermişti.
Öğrenci Derneği’nin davetini yapmak için beni Pembe Köşk’te İnönü’nün yanına, aynı zamanda CHP Parti Meclisi üyesi de olan hocamız Prof. Dr. Turan Güneş götürmüştü. İnönü bahçede yürüyüş yapıyordu. Koluma girdi birlikte yürümeye başladık.
Birden, “Sen Ortanın Solunda mısın, anti-emperyalist misin” diye sordu. Dilim damağıma yapıştı, ne cevap vereceğimi bilemiyordum. İmdadına Turan Hocamız yetişti. Paşan bunlar hem ortanın solundalar hem de antiemperyalistler” dedi.
Paşanın, “demek bendenmişler” yanıtıyla rahatlamıştım. “Ben dünde kalmam, bugüne de geleceğim” dediğinde “Tabi efendim, örneğin NATO’yu da dinlemek isteriz” diyebildim.
İsmet Paşanın yanıtı hala kulaklarımda:
“Ben NATO’ya “yuh” demem. Üç şey söyleyeceğim, siz “yuh dersiniz…”
“Yuh” diyeceğimiz o üç şey neydi? Heyecanla, merakla bekliyorduk… Şimdi bir süre daha bekleyecektik…
TBMM’deki toplantının başladığı saatlerde Zafer Meydanı’nda toplanıldık. 3 – 4 bin kişi kadardık… Ateşli konuşmalar yaptık, Kıbrıs’a müdahale edilmesini istedik. Bu istemimizi duyurmak üzere meclise doğru yürüyüşe geçtik.
Meclis kavşağına geldiğimizde polis engeliyle karşılaştık. Bu arada sayımız da olağanüstü artmıştı. Arka ucumuz Kızılay’ın da aşağılarındaydı.
Toplum Polisi müdürüyle konuştum. Meclis’e yönelik hiçbir olay olmayacağı konusunda güvence verdim. Ancak bunun için topluluğu yönlendirmem gerektiğini bunu da polisin seyyar mikrofonunu kullanabilirsen yapabileceğimi söyledim.
Mikrofonu verdiler… Meclis önünde yolda oturacağımızı, müdahale istemimizi seslendireceğimizi, daha sonra Genelkurmay Başkanlığı’nın önünden Kızılay’a yürüyerek dağılacağımızı belirttim.
Meclisin önünde müdahale kararı alınması ve hiçbir engel tanımadan bu kararın uygulanması çağrımızı topluca seslendirdikten sonra Genelkurmay Binası’nın önüne geldiğimizde, “Ordu Kıbrıs’a” sloganı atıldı. Çok sayıda subay pencerelerde bizi izliyordu. Bir general dışarı çıkarak, “Görev verildiğinde Türk Ordusu gereğini yapacaktır” dedi.
Bir anda aklıma 1964 müdahale kararında yaşananlar geldi. Polisin seyyar mikrofonu hale bendeydi. Atatürk’ün Ankara’ya ilk gelişinde toprağa bastığı yerdeki anıtın üzerine çıkarak, “Bu ordu hiçbir şey yapamaz, çünkü NATO’ya bağlı. NATO izin vermez, engeller. Biz önce tam bağımsız Türkiye için mücadele verelim. Başta Amerika, emperyalistleri ülkemizden kovalım” dedim. Topluluk coşmuştu. “Kahrolsun Amerika” sloganı, deyim yerindeyse yeri göğü inletiyordu. Ancak aramızdaki kendisini “milliyetçi” olarak tanımlayan arkadaşlarımız konuşmamdan rahatsız olmuşlardı. Onlara göre Amerikan karşıtlığı Rusya’ya yandaş olmak demekti.
Dağılırken bir anda aramızda kavgaya tutuşmuştuk…
Özel Okullar Yürüyüşü
Biz Ankara’da Kasım üzerinde yoğunlaşırken, İstanbul’da 1968’in rüzgârı özel yüksek okullara karşı esmeye başlamıştı.
Cumhuriyet döneminde ilk özel Yüksek Okul 1962 yılında açılmış ve kısa sürede sayıları on sekizi Mühendislik ve Mimarlık, on üçü Eczacılık ve Diş Hekimliği, on beşi Ticaret ve Gazetecilik ve ikisi de Güzel Sanatlar Yüksek Okulu olmak üzere toplam 44’e çıkmıştı.
Kredi Yurtlar Kurumu da 1967-1969 eğitim yılında yurtlarına özel yüksek okulu öğrencilerinin de alınmasını kararlaştırmıştı. Çoğunlukla İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) öğrencilerinin kaldığı Gümüşsuyu Yurdu’na kaydı yapılacak öğrenciler listesinde 14 özel yüksek okul öğrencisinin de olduğu anlaşılınca, İTÜ Talebe Birliği bir bildiri yayınlayarak, bildiriyi Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a ve Milli Eğitim Bakanı’na göndermişti… Bildiride, yurtlara özel yüksek okullarda zengin çocuklarının okuduğunu, onların ikametlerini de kendilerinin karşılaması gerektiği, yurtlarda sadece devlet üniversitelerinde okuyan gerçek ihtiyaç sahibi öğrencilerinin kalması isteniyordu.
Buna karşı, Kredi Yurtlar Kurumu bir açıklama yaparak, yurtlara “yüksek tahsil öğrenci vasfını taşıyan her gencin alınacağını” bildirdi. Bunun üzerine Gümüşsuyu Yurdu’nda kalan İTÜ öğrencileri de 3 Kasım 1967 akşamı yurt yönetimine el koydu ve özel yüksel okul öğrencilerinin kayıtlarının yapılmayacağını duyurdu.
Gümüşsuyu Yurdu’nun girişi ve koridorları afişlerle doldurulmuştu. En çok göze çarpan ve haberlerde yer verilen iki afişte “ Bu yıl ilk hedefimiz, bozuk düzenin en fazla sarkan yanı özel okullar olacaktır ”ve ” Özel okullar bir gün devletleştirilecekti” deniliyordu. Yurdun dış duvarına da kireçle “ Yurtlar Devletleştirilmelidir” yazısı yazılmıştı.
Eyleme ilk eylemli destek, Yıldız Teknik Okulu akşam kısmına devam eden öğrencilerden gelmişti. 100 kadar öğrenci 6 Kasım 1967 gecesi okulda konferans salonunda toplanmış ve dersleri boykot kararı almıştı. Üzerlerinde “Özel Okullar Devletleştirilmelidir” yazılı gömlekler olan öğrenciler bahçede çadır kurup meşaleler yakarak sabahlamıştı…
Bu arada, İTÜ Talebe Birliği, İstanbul’dan Ankara’ya “Özel Okulları Protesto” yürüyüşü düzenleyecekti… Bunun için devlet üniversitelerinin talebe birliklerini ve öğrenci derneklerini İTÜ’de toplantıya çağırmıştı.
Bu toplantıya Ankara’dan bir tek SBF Öğrenci Derneği adına ben katılmıştım. Ankara Üniversitesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) talebe birlikleriyle görüşmüştür. Her iki birlik de yürüyüşü destekliyordu, ancak maddi bir katkı veremiyorlardı. Bize gelince, SBF Öğrenci Derneği olarak ortanın solundaydık, ama sosyalistlerin düzenlediği bu yürüyüşe payımıza ne düşüyorsa her türlü desteği vermek konusunda kararlıydık.
Yönetim Kurulu’ndan oybirliğiyle aldığım yetkiyle, görüşmeler yapmak üzere İstanbul’a gittim. İTÜ’nün Gümüşsuyu yerleşkesinin giriş kapısında, sonradan çeşitli okullardan geldiklerini öğrendiğim kalabalık bir öğrenci gurubu vardı. Daha sonra Deniz Gezmiş olduğunu öğrendiğim en öndeki de uzun boylu, parkalı gence kendimi tanıttım, Talebe Birliği yönetimiyle görüşmeye geldiği söyledim.
Deniz beni Talebe Birliği’nde Harun Karadeniz’in yanına görürken İstanbul Üniversitesi’ne yeni başladığını söylediğinde şaşırmıştım. Henüz birkaç aylık öğrenciydi, ama herkesin önündeydi.
Harun Karadeniz ve arkadaşlarıyla, bizim yürüyüşe Ankara Kızılcahamam’da katılmamız, bundan sonraki masrafları da karşılamamız konusunda uzlaştık. Yürüyüş tümüyle öğrenci birliklerinin olanaklarıyla finanse edilecek, gönüllü de olsa hiçbir kuruluştan yardım alınmayacaktı.
“Özel Okulları Protesto” yürüyüşü 7 Kasım’da İstanbul’da başladı. Sayıları 150’yi bulan yürüyüşçüleri uğurlamaya çeşitli okullardan binlerce öğrenci gelmişti… Yürüyüş sadece yürüyüş olarak düzenlenmemişti. Yolda, İzmit ve Bolu’da bölge halkının da katılımı ile “Özel Okulları protesto mitingleri” de yapılmıştı.
Kızılcahamam’daki buluşmamız 12 gün sonra, 19 Kasım’da gerçekleşti. Kol kola girmiş SDD ve Fikir Kulübü üyelerinden oluşan bir otobüs dolusu Mülkiyeliydik… Gün içinde, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi ve ODTÜ’nden katılımlarla yürüyüşçü sayısı 250’yi aşmıştı.
Üç gün sonra Etimesgut’a geldiğimizde, çeşitli okullardan kızlı erkekli katılımlarla sayımız katlanmıştı… Atatürk Orman Çiftliği kavşağında DİSK, TÖB-DER, Fikir Kulüpleri Federasyonu, Sosyal Demokrasi Dernekleri üyeleri de bize katıldı. Ankara’da Kurtuluş Meydanı’nda soğuk ve yağışlı hava nedeniyle kısa ama görkemli bir miting yaptık. Sosyalistlerin ve Ortanın Solcularının ortak dileği olarak özel yüksek okullarının kapatılmasını ve herkes niçin parasız eğitim fırsatı verilmesini ifade ettik.
1967 Özel Okulları Protesto yürüyüşü Türkiye’deki geniş katılımlı ilk bir öğrenci yürüyüşüydü. Kısmen sonuca da ulaşmıştı…Mimarlar Odası Başkanı Demirtaş Ceyhun, özel okulların Anayasaya aykırı olduğunu öne sürerek Anayasa Mahkemesine dava açmış, ilgili yasanın bazı maddelerinin iptalini sağlamıştı. Böylece bazı özel okullar kapatılırken, bazıları da birleştirilerek açık tutulmuştu.
Ancak bu kazanım da 12 Mart askeri müdahalesi sonrasında yok edilmişti…
Esenboğa İşgali
TBMM’de hükümete müdahale yetkisi verilmesi sonrasında Kıbrıs’taki Türk ve Rum topluluklarının yanı sıra Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerilim de artmıştı… Türk uçakları ada üzerinde uçuyor, dünya medyası Türkiye’nin müdahale yapacağını konuşuyordu. BM Güvenlik Konseyi e Türkiye ve Yunanistan’a savaştan kaçınılması çağrısı yapıyordu.
ABD Başkanı Johnson da Kıbrıs Özel Temsilcisi Cyrus Vance’ı Atina ve Ankara’da görüşmeler yapması için görevlendirmişti. Atina’daki görüşmelerini tamamlayan Vance, 23 Kasım 1967 günü Ankara’ya hareket etmişti.
Gazetelerde Cyrus Vance’in Türkiye’ye, Kıbrıs’a müdahale etmemesi konusunda baskı yapmaya geldiğini yazıyordu.
24 Kasım sabahı, Esenboğa Havaalanı’nı işgal edelim, başaramazsak protesto ederiz dedik.… Mülkiye, ortanın solu, sosyalist, hatta kimi sağ görüşlü öğrencileriyle seferber olmuştu. Hocalarımız da derslerini iptal etmişlerdi… Katılımları için yanı başımızdaki Hukuk Fakültesi’ndeki arkadaşlar arımızla doğrudan, her eylemde yakın bir işbirliği yaptığımız Ziraat Fakültesi ve ODTÜ’deki arkadaşlarımıza da o günün koşullarının imkân verdiği ölçüde telefonla iletişim kurduk.
Esenboğa’da eylem yapacağımızı basına da duyurduk.
Ana yolda bizi Esenboğa’ya götürmesi için bulduğumuz bütün otobüs ve minibüsleri çeviriyorduk. Yolculara “Bir Amerikan ajanını defetmek için Esenboğa’ya gideceğinizi” söylüyor, arabayı bizim için boşaltmalarını rica ediyorduk. Beklediğimizden çok daha iyi karşılık görüyorduk. Zor kullanılmasını gerektiren hiçbir direnişle karşılaşmamıştık. Tam aksine başarı dileyenler, hatta bize katılanlar da olmuştu.
Yolda aramızda tartıştık. Polis bizi engellemeye çalışınca, ne yapacaktık… Havaalanını işgali deneyelim ama sert bir çatışmaya girmemeye karar verdik.
Havaalanın önünde indik. Toplu olarak yürüyüşe geçtik. Bin kişi kadardık…. ODTÜ’den iki otobüs, Hukuk ve Ziraat fakültelerinden de birkaç minibüs gelmişti.
Kapıdaki toplum polisleri ve amirleri bize gülerek bakıyorlardı. Kapıda, kollarımıza girdiler, bizimle birlikte havaalanının pistine doğru yülümeye başladılar. Hayret içindeydik, böyle bir olayla ilk kez karşılaşıyorduk. Polisler, “Yankee go home”, “Cyrus Vance defol” sloganlarımıza katılmıyordu, ama Mülke Marşı’na başladığımızda bize eşlik ediyorlardı:
“Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpan kalbimiz,
Ey vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.
Gül ki sen, neşenle gülsün, ay güneş, toprak, deniz.
Ey vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.”
Havaalanı işgalimiz çok kolay olmuştu. Kendi aramızda konuşup ne olduğunu anlamaya çalışıyor, ama işin keyfini de çıkartıyorduk. [12]
Bu arada Cyrus Vance’in uçağı Etimesgut askeri havaalanına indirildiği haberi geldi…
Polislerle dostça vedalaştık….
Ben okula dönmüştüm. Ancak, büyük çoğunluk sözbirliği yapmış Kızılay'daki Amerikan Haberler Merkezinin önünde yeniden bir araya gelmiş, burada kendilerine katılanlarla Cyrus Vance ve ABD’yi protesto etmeye başlamışlar.
Polisin sert müdahalesiyle karşılaşınca, daha önce aramızda konuştuğumuz gibi “hazır ola” geçip İstiklal Marşı’nı söylemeye başlamışlar. Önce duralayan polisler daha sonra yeniden sertleşince Amerikan Haberler Merkezi’nin cam ve çerçevelerinin kırıldığı bir çatışma çıkmış.
Bir gurup arkadaşımız da Amerikan Askeri Malzeme deposu Tuslog’un Mithatpaşa Caddesi’ndeki yönetin binasına yönelmiş. Buradaki çatışmada da Tuslog’un cam ve çerçeveleri zarar görmüş.
Polis bu olaylarda çok sayıda arkadaşımızı gözaltına almış ve Necatibey Karakolu’na götürmüş.
Haberi alınca, öğrenci derneğinden arkadaşlarımızla ekmek, peynir, zeytin, çikolata dahil elimizde yiyecek poşetleriyle polis karakoluna gittik. Arkadaşlarımıza yalnız olmadıklarını hissettirmeye, moral vermeye çalıştık.
Arkadaşlarımız yargılandılar. İlk duruşmada serbest bırakıldılar. Ancak, birkaç yıl süren dava sonunda ceza alanlar da oldu… Cezalandırılanlar arasında, Deniz Gezmiş ve Hüseyin İnan ile idam edilen Yusuf Aslan da vardı. ODTÜ’deki ilk yılında belki de bu Esenboğa işgali Yusuf Aslan’ın ilk eylemiydi…
Peki, Kızılay’da Amerikan Haberler Merkezi ve Tuslog önündeki protestolarda son derece sert olan polis, Esenboğa Havaalanı işgalinde niçin alışılmadık biçimde yumuşaktı?
Bu sorunun yanıtını yıllar sonra bir sohbetimizde Süleyman Demirel’den öğrendim…
İşgal sırasında Başbakan olan Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı seçilmişti. Ben de TBMM Başkanvekili idim. TÜBİTAK’ta bir toplantıda yan yana otururken kendisine sordum. Cyrus Vance’in Ankara’ya geldiği gün polis neden bize engellememişti…
Demirel gülümsedi ve anlattı:
“Cyrus Vance, bize baskı yapacaktı. ‘Meclis’ten Kıbrıs’a müdahale için yetki aldınız. Bunu sakın kullanmayı gündeme getirmeyin’ diyecekti. Bunu biliyorduk.
Baskıyı nasıl kıracağımızı değerlendirirken, sizin havaalanını işgal için harekete geçtiğinizi haber alınca ‘İşte bu’ dedim. Ankara Valisi ve Emniyet Müdürünü arayarak talimat verdim. Herhangi bir yeri kırıp dökmedikçe öğrencilere müdahale edilmemesini, hatta onlara iyi davranılmasını söyledim…
Sizler çok iyi bir pas verdiniz, bana da golü atmak düştü….
Cyrus Vance’i Etimesgut Askeri Havaalanı’na indirdik. Yanıma görüşmeye gelince de kendisine, ‘Bize herhangi bir baskı yapmayın. Türkiye, bu konuda çok duyarlı. Bakın şu anda Esenboğa havaalanımız öğrencilerin işgali altında. Bütün çabamıza karşın onları engelleyemedik… Sizi askeri havaalanına indirmek zorunda kaldık…. Kıbrıs’ta Rum saldırılarının önü alınmazsa, Hükümetimiz karar almasa da Türk halkı olaya kendisi müdahale eder’ dedim….
Şaşırmıştı. Görüşmemiz de Türkiye üzerindeki baskıdan Rum saldırılarının durdurulması için Yunanistan üzerinde Amerika’nın kurması gereken baskıya dönüşmüştü…”
NATO’ya Hayır Mitingi
Kıbrıs eylemlerimizin toplumsal karşılığı oluşmuştu. Bundan aldığımız cesaretle, hemen her eylemimizde tam bir dayamışıma içinde olduğumuz, 18 Aralık 1978’de Adana’da kahpece katledilen Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Talebe Cemiyeti Başkanı can dostum Akın Özdemir ile Kıbrıs üzerinden Amerika ile birlikte NATO’yu da sorgulamamız için koşulların oluştuğunu konuştuk. Bunun için 9 Aralık 1967 günü Tandoğan Meydanı’ndan Kurtuluş Meydanı’na yürümeyi ve burada bir miting düzenlemeyi kararlaştırdık.
Ankaralıları eyleme katılmaya çağıran bir bildiri hazırladık. “Son Kıbrıs olayları Amerikan Emperyalizminin ve aracı NATO’nun TÜRKİYE’nin çıkarlarına karşı olduğunu ortaya koydu” diyorduk. “Ordumuzun yüzde 95’inin NATO’nun emir ve kumandası altında olmasından ve bağımlı bir dış politikadan” yakınıyor, bunun Kıbrıs’ta Türklerin büyük maddi ve manevi kayıp vermesine yol açtığına dikkat çekiyorduk.
Eylemimiz ilk duyurduğumuzda büyük bir ilgi uyandırmıştı. Öğrenci derneklerinin dışında da çok sayıda demokratik kitle örgütü katılımcı olarak adını yazdırmıştı. CHP’li, TİP’li çok sayıda akademisyen konuşmacı olmak için adeta sıraya girmişti. Akın ile kara kara kimseyi kırmadan bu işi nasıl kotaracağımızı düşünmeye başlamıştık.
Çok geçmedi birkaç gün içinde olumlu hava bütünüyle tersine döndü. Neden ve nasıl olduğunu anlayamadık… Mitinge imza veren kuruluşlar birbiri ardına imzalarını geri çektiler. Bir kuruluşun da imzasının bildirimiz basıldıktan sonra karalamak zorunda kaldık… Konuşmacımız da kalmamıştı. Çaresiz biz konuşacaktık.
Bu sırada, İsmet İnönü Akın ve beni Pembe Köşk’te evine çağırdı. Yanımızda ikişer arkadaşımız gittik. Bize mitingi iptal etmemizi, Türkiye’nin NATO’ya keyfinden girmediğini, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetlerin Doğu Anadolu ve Boğazlara yönelik tehditlere karşı kendini korumaya aldığını söyledi. Bize bu konuda arşivindeki bazı tarihi belgeleri gösterdi.
İnönü’yü dinlerken bir yandan da çok değil, bir ay önce evin bahçesinde NATO konusunda bana söylediklerini düşünüyordum. İki konuşmayı birbiriyle bağdaştırmaya çalışıyor, ama işin içinden çıkamıyordum.
Saygımızı bozmadık. Son derece yumuşak ama kararlı bir üslupla NATO’ya girişimiz konusunda haklı olabileceğini, ancak günümüzde durumun değiştiğini , NATO’nun Türkiye için koruma kalkanı olmayacağının 1964’te Johnson mektubuyla ortaya çıktığını belirttik. Bunu Türk halkına anlatmayı görev edindiğimizi, mitingi yapacağımızı söyledik.
Bir gün sonra Bülent Ecevit ile görüştüm. Onunla da uzlaşamadık…
9 Aralık günü Tandoğan Meydanı bizim için tam bir hayal kırıklığıydı. Ancak birkaç yüz kişiydik. Sayımız bastırdığımız NATO’ya Hayır afişlerinden dahi azdı. İster istemez kimimiz bir afişi göğsüne bir afişi de sırtına iğnelemek zorunda kalmıştık. [13]
Kurtuluş Meydanı’nda bizi bekleyenlerle biraz olsun kalabalıklaşsak da başarıyı yakalayamamıştık.
NATO’ya Hayır Mitingi SBF Sosyal Demokrasi Derneği’nde (SDD) yaşanacak ayrışmayı tetiklemişti.
SDD yönetimini CHP çizgisinden uzaklaşmakla, beni de onlara destek olmakla suçlayan çok sayıda üye istifa etti ve Ortanın Solu Derneği’ni kurdu. Sosyal Demokrasi Dernekleri Federasyonu da SBF Sosyal Demokrasi Derneği’ni ihraç ederek yerine Ortanın Solu Derneği’ni aldı.
Tutuklanışımız
Öğrenci Derneği olarak hazırlıklarını tamamladığımız Mülkiye Dergisi’ni çıkartmaya başlamıştık. Sahibi Cemiyet başkanı olarak ben, Yazı İşleri Müdürü de dernek üyelerimizden Turgut Balta arkadaşımızdı.
29 Ocak 1968 sabahı saat 6 gibi kaldığın SBF Yurdu’na polisler geldi. Bana hakkımda bir soruşturma olduğunu, o tarihte Ulus Anafartalar Caddesi’nde olan Ankara Adliyesi’ne gideceğimizi söylediler.
Turgut Balta da adliyedeydi. Turgut yurtta kalmıyordu. Evinden almışlardı…
Her ikimizi de “komünizm propagandası” iddiasıyla doğrudan 2. Asliye Ceza Mahkemesine sevk ettiler. Hâkim, adımızı soyadımızı, adresimizi yazdırdıktan sonra beni için “Başkandan” başlıklı yazım, Turgut için de hem benim hem de Cengiz Çandar’ın yazdığı ama her nasılsa imzasız yayınlanmış olan “Latin Amerika da gerilla hareketleri ve Che Guavera” başlıklı yazı nedeniyle o günkü Türk Ceza Yasası’nın ünlü “141 ve 142. maddelerinden tutuklanmasına” dedi. [14]
Her şey bir çırpıda olup bitmişti… Ne savcılıkta ifademiz alınmıştı ne de 2. Asliye Ceza Hakimi bize yöneltilen suçlamalara karşı bir diyeceğimiz olup olmadığını sorumuştu.
Polisler bizi Ulucanlar Cezaevine götürmek üzere mahkemeden çıkardığında koridorda, adını hiç unutmuyorum, Basın Savcısı Vahdi Göğüş’ü gördüm. Bana sırıtıyormuş gibi geldi, Kendisine, “Bu aceleniz niye? Usulen dahi olsa ifademizi almanız gerekmez mi? Görevinizi suiistimal ediyorsunuz1” diye bağırdım.
Hakkımda bir de hakaret davası açtı… Bu dava kısa sürede, 7 Mart’ta sonuçlandı. Hakkımda verilen 3 ay hapis cezası hakarete” savcının yol açtığı” gerekçesiyle 284 lira para cezasına çevrildi. [15] Avukatlarımın itirazı sonrasında da beraatime hükmedildi….
Turgut ile Ulucanlar Cezaevinde Celal Bayar için özel olarak inşa edilmiş iki katlı 10. Koğuş‘ta kaldık. Yargılamamız 28 gün sonra 26 Şubat’ta 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı.
İsmet Paşa, NATO’ya Hayır mitingi nedeniyle bana kırılmış, belki de kızmış olasına rağmen bize sahip çıkmıştı. Turan Güneş Hocamızı ve CHP Artvin Milletvekili Turgut Altunkaya’yı avukatımız olarak görevlendirmişti. Babam da Yekta Güngör Özden’den ricacı olmuştu. Halit Çelenk de gönüllü avukatımızdı…
Savunmamızı Turan Güneş hocamız yaptı. Hakimler ve savcı dahil bütün salonun soluksuz dinlediği bir hukuk dersi veriyor gibiydi. Birden sanık sandalyesinde oturan Turgut ve bana döndü, ellerini gözüne götürdü, “Bu çocuklar bizi de geçtiler, geleceklerini karartmayın” dedi ve yerine oturdu.
Turgut ile birbirimize baktık. Duygu yüklüydük…
Turan Hocamızın ardından söz alan Halit Çelenk’in kısaca tahliyemizi istedi. Yekta Güngör Özden ve Turgut Altunkaya da bu talebe katıldılar.
Karar açıklandı. Tutuksuz yargılanacaktık…
Cezaevinden çıkışta babam, “amaçlarına ulaştılar” dedi. Ne demek istediğini sordum.
Tutuklandığımızın haberini alınca, 27 Mayıs’ta İstanbul Belediyesi’nde yanında görev yapan Ankara Toplum Polisi Müdürü Erdoğan Alıveren’e “Bunlar Ortanın Solundalar, nereden çıktı komünizm propagandası” demiş. O da “İşçi Partisi Milletvekili Çetin Altan’ın dokunulmazlığının kaldırılması söz konusu, öğrencilerin karşı tepkisi var. Sizin çocuklar da bu öğrencilerin başını çekiyor. Gözdağı olsun diye tutuklandılar” demiş… Gözdağı mı, her taşın altında komünizm propagandası arayan dönemin basın savcısının işgüzarlığı mı, bilemem… Davamız sekiz ayda sonuçlandı. Beraat ettik…
Bu arada ben de mezun olmuş, İstanbul’da ailemin yanına dönmüştüm.
Ankara’da Devrim gazetesinde Doğan Avcıoğlu ile birlikte çalışmaya başlayıncaya kadar İstanbul’da kaldım.
Tünel’deki Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı binasında, Deniz Gezmiş ve en yakın arkadaşları Mustafa Gürkan, İnci ve Mehdi Beşpınar ile birlikte oluyorduk… 10 Şubat 1969’daki 6. Filo protestolarında, 16 Şubat 1969’ın Kanlı Pazar’ında onlarlaydım…
12 Mart
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında verilen idam cezası 10 Mart 1972'de TBMM’de onaylanıştı.
Bu insanlık suçuna sadece 47 CHP milletvekili karşı çıkmıştı. 30’u katılırken, 52’si oylamaya katılmayarak bir anlamda boyun eğmişti.
Oysa, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü TBMM’de “siyasi suçlardan dolayı idam yapılmasın” diye konuşmuştu. Aynı şekilde Bülent Ecevit de idamlara karşı konuşmuştu. Ancak, CHP milletvekillerinin bu konuda birlikte hareket etmesi sağlanamamıştı.
CHP’nin idamların esas ve usul yönünden iptali için Anayasa Mahkemesi'ne yaptığı başvuru da yıllardır kafamda bir soru işareti olarak kaldı… .
Mahkeme başvuruyu sadece usul yönünden değerlendirmiş ve reddetmişti. CHP’nin itiraz etmesini ve başvurusunu yinelemesini beklemiştik. Çünkü kanun esastan ele alınmamıştı. CHP bunu yapmadı. Yapsaydı, idamların önü alınabilir miydi?
Keşke denenseydi… Denenmedi, ortanın solunun idamlarla 1968 sınavı da başarılı olmadı. Ta ki 2 Ağustos 2002’ye, Bülent Ecevit’in Başbakanlığında idam cezasının TBMM’de kaldırılmasına kadar.
O gün TBMM’de oyumu kullanırken arkadaşlarımızla konuşmuştuk. Bunu 30 yıl önce gerçekleştirebilseydik, Deniz, Hüseyin ve Yusuf, 50’li yaşlarının ortalarında bizimle birlikte olacaklardı…
[1]1 Nisan 1966'da Atatürk heykeline baltalı saldırı üzerine başında Mahir Çayan’ın bulunduğu SBF Fikir Kulübü bildirisi…
[2] Deniz Gezmiş'in, Samsun- Ankara " Mustafa Kemal " yürüşü için hazırladığı bildirge…
[3] Oral Çalışlar, “Deniz Gezmiş: Hem sosyalistiz hem Kemalist”, Radikal, 15 Aralık 2012
[4] Uluç Gürkan, “Gençlik lideri Deniz Gezmiş ile bir konuşma1. Devrim Gazetesi, 23 Aralık 1969 – Sayı 10, s. 2
[5] THKO davası, Mahkeme Tutanakları
[6] Halit Kakınç, “Mahir Çayan son milli koministti”, Uda TV, 01.07.2013 https://odatv4.com/guncel/mahir-cayan-son-mill-komunistti--0111131200-47075
[7] Milliyet, 29 Temmuz 1965
[8] Akis Dergisi, “Yurtta Olup Bitenler”, 31 Ağustos 1960, ss. 24 – 27
[9] Kim Dergisi, 13 Ağustos 1966
[10] Bülent Ecevit, Ortanın Solu, (İstanbul: Kim Yayınları, 1966) s. 110
[11] Aynı eser, ss. 65-66
[12] Cumhuriyet, “Johnson’un Temsilcisi Esenboğa’ya inemedi”, 24 Kasım 1967
[13]Cumhuriyet, “Başkent’te NATO ve Amerika aleyhtarı miting yapıldı”, 10 Aralık 1967
[14]Ulus, 1SBF Öğrenci Derneği Başkanı tutuklandı”, 30 Ocak 1968, ss. 1-7
[15]Ulus, “Uluç Gürkan’a para cezası verildi”, 8 Mart 1968, s. 7