Tasfiye ve İnşa
Cumhuriyet rejimine yönelik karşı-devrime zemin hazırlayan 1940’lı ve karşı-devrimin resmen başladığı 1950’li yıllardan itibaren, toplum ilerici bir yön arayışında olmuştu. Bu arayış 12 Mart ve 12 Eylül’de yaşanan darbelerle kesintiye uğramış, Türkiye’de çok daha otoriter ve gerici bir rejimin önü açılmıştır. 2000’li yıllara geldiğimizde ise karşı devrim cephesinin öncülüğünü iktidar üstlenmiş ve bilhassa 2016’dan sonra ileri düzey bir otoriter rejim kurmuştur. Bu rejim; AB ve NATO’nun çıkarlarıyla uyumlu bir yayılma isteği doğrultusunda Türkiye’nin ulus devlet, cumhuriyet ve laiklikten uzaklaştırılmasıyla inşa edilmiştir.
AKP karşı devrimi, diğer karşı devrimlerin sürekliliğindedir ancak onlardan kopmuş ve daha ileri düzeyde “geri”ye gitmiştir. Bir nevi diyalektiği tersten okuma vardır. AKP, miras aldığı ve yirmi üç yıldır sürdürdüğü karşı-devrimi karşı-evrimlerle yerleştirmektedir. Zira hedef tektir ve belirlidir. 19 Mart iktidar-sermaye cuntasının, tıpkı 12 Eylül 2010 ve 16 Nisan 2017 gibi birer karşı-devrimi karşı-evrimle pekiştirmenin aracıdır.
Erken Cumhuriyet, devrimle beraber oluşan devletin kutsallaşmasına istemeden de olsa zaruri olarak ön ayak oldu. Pek tabii Halk Partisi’ni, halkın üzerinde faşizan bir tahakküm aracı yapmak isteyen kadroların da bunda payı vardı. Bunun birçok toplumsal kırılması yaşandı. Devlet, devrimin birikiminden koptukça halk tarafından bu karşı duruş devamlılık gösterdi ancak günümüzde olanlar devrimin tekrardan toplumsallaşması ve toplumun siyasallaşmasına kesin bir örnektir. Bu bir uyanıştır-ki aslında böylesine bir baskı düzeyinde toplumsal desteği genişletebilmesi oldukça önemlidir- ve bilinçlenmeden doğan tepkidir ancak belki de hükümeti değiştirmenin yegâne aracı olması mümkün değildir. Çünkü Türkiye’deki yönetim organizasyonu-örgütlenmesi, bu hareketin böyle bir harekete dönüşmesini oldukça imkânsız kılmaktadır. Burada bahsettiğimiz husus aslında yetersizlikten ziyade bu hareketin “yegâne” hareket olmadığıdır. Bugünkü rejim karşısında -ki artık rakibini hapse attırabilecek kadar güçlü bir rejimdir- bunu bürokrasi ve kanaat önderi çevrelerden destek almak, bir cumhuriyetçi cephe yaratmak şarttır.
Eylemlerin gidişatındaki belki de en büyük eksiklik, işçi sınıfının genel greve henüz yanaşamamasından ötürü alanlarda yer alamamasıdır. Bunun nedenlerini, sendikaların “sarı sendika” olmasında yahut iktidarın da bu grubun ayaklanmasına karşı pek önlemli olmasına bağlayabiliriz. Lakin işçi sınıfı ekonomik krize, eşitsizliklere ve türlü adaletsizliklere karşı duruşuyla bu eylemleri bizzat şekillendirmeli ve harekete karakterini katmalıdır. Eylemlerin, bir siyasi partiyi veya reflektif bir tepkiyi aşarak; emek, bağımsızlık, demokrasi ve laiklik mücadelesi niteliği kazanması buna bağlıdır.
Hâlihazırda zaten pek çok kişi ve kesim için tepki, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlamamıştır. AKP iktidarının izlediği politikalara karşı tepki kendisini çok kez çeşitli grevlerle, iş bırakmalarla, işçi direnişleriyle gösteriyordu. İmamoğlu’nun gözaltına alınması ise gençlerin böyle topluca bir harekete kalkışması için bardağı taşıran son damla oldu. Lakin eylemlerde işçi sınıfının yokluğu, şovenist bir hareketi besleyebilir ve bu iktidara yarayabilir. Her kanaldan yeterince pasifize edilmeye çalışılan proletaryanın katılımı; eylemlerin laik, bağımsız ve emekçi bir cumhuriyet adına sürdürülmesi için kesinkes gereklidir. Özetle işçi sınıfının demokratik karakterde bir eylem planında etkin olması hayatidir ve bu laik, eşit ve tam bağımsız bir cumhuriyetin güvencesidir.
AKP’nin “Türkiye Yüzyılı” adlı projesi bir “Savaş Türkiye’si” idealini beslemektedir. Buradaki amaç, toplumda “savaş kapıdaysa iktidar ayakta olmalı” psikolojisi yaratma aracı olarak da düşünülebilir. Bu otoriter yönetimlerin yaratmaya çalıştığı bir algıdır. Diğer yandan da ordu-bürokrasi mevcut koşullar altında sıkıntıda ve ikililiktedir.
Sadece yürüyerek ve slogan atarak iktidarı değiştirmek zordur. Dolayısıyla amaç toplumsal muhalefeti yaygınlaştırma, iktidara “Ben buradayım ve farkındayım, yarın hukuku tekrar işler hale getireceğim” mesajını verebilmektir. Ancak bu CHP’yi sevdiğimizden yahut iyi gördüğümüzden değildir. Sandık, son olaylara rağmen mevcut kanunlar gereğince yine de gelecek gözükmektedir -ki optimist olmaya gerek yok- ve yine iktidar değişiminde de muhalefete “ben buradayım, yanlış yaparsan senin de karşındayım” demektir.
AKP’nin Neo-Osmanlıcılık politikalarının sonucuna bağlayabileceğimiz, muhalif kesimlerde dahi görülen tepkisel ve duygusal bir milliyetçilik, sosyalizm ve laiklik mücadelesine entegre olamaz ise eylemlerin bölünmesi ve muhalifler içi çatışmaların yaşanması mümkündür. Fakat bu tür gruplar sönümlenmeye açık oldukları gibi eylemi çalma potansiyeline de sahiptirler. Lakin bugünler bize artık göstermektedir ki cumhuriyetin kazanımlarıyla ve ulus-devletle sorunu olan grupların yarınlarda yeri yoktur.
Sonuç olarak bu karşı-devrimlere karşı Yalçın Küçük’ün de tabiriyle bir yeni cumhuriyeti arzulayabilmek ve bunu topluma arzulatmak gereklidir. Halk kendisi için doğru olanı bilmeli ve halk düşmanlarının safından çekip çıkarılmalıdır. Aslında tüm mücadelemiz bununla anlam kazanacaktır. Buradaki pratik asla ne gereğinden fazla hızlandırılmalı ne gereğinden fazla yavaşlatılmalı, devamlı ve daim şekilde sürmelidir.
Türkiye uzun süredir karşı devrimin hakimiyetindedir ancak geldiğimiz dönüm noktasında bu düzen ya kırılacak ya da daha otoriter bir şekilde yenilenip (!) önümüze çıkacaktır. Tıpkı önceki dönüm noktalarında yahut kırılmalarda bozuk düzenin tekrar kendini yenileyerek devam ettiği gibi. Ancak bu türlü kaos ortamlarının artık git gide yoğunlaşması, Avcıoğlu’nun “çözemedikleri dâvâların gayyasında boğulacaklardır” sözünü haklı çıkarabilir.
***
AKP’nin yarattığı huzursuzluk ortamı; halktan tepkiyi, halktan tepki iktidarın şiddetini, iktidarın şiddeti ise halk şiddetini tetiklemektedir. Türkiye’de bu halk tepkisinin ve bilhassa gençlikte oluşan itaatsizliğin sınıf bilinçli örgütlü mücadelelere entegre olması şarttır. Zira mücadelemiz yalnızca bir iktidar değişimini değil, topyekûn üretim ilişkilerinin ve kültürün ileriye dönük değişimidir. Elbette bunun tek bir kanattan veya tek bir kurumdan beklenmesi olanaksızdır. Elbette bunun öncüsü düzen partileri, dernekleri yahut araçları değildir. Eylemlerde kullanılan sloganlardan tutalım da katılım sağlayan gruplara kadar, faşizmin etkisi çok yüzeysel ve sığ tartışılmaktadır. Atılan sloganlarda iktidar aracını bizzat karşısına alamayan gruplar vardır ki zaten iktidar aracıyla keskin bir husumet durumları yoktur. Türk-Kürt sağının elitleri ittifaklarını bu kadar belli ederken tabanlarındaki gruplar birbiriyle çatışmaktadırlar ve bu çatışma Türkiye’deki ana sorunun ulusal sorun olduğu üzerinedir. Bir grup Türk olduğu için ezildiğini dile getirirken diğer grup ise Kürt olduğu için ezildiğini belirtmektedir. Sorunun sınıfsal olduğunu ve iktidar ve ittifak elitlerinin bu etnik yaklaşımları topyekûn baskılayacak-tasfiye edecek- bir imparatorluğun peşinde olduğunu bilmek gereklidir.
Nihayetinde yukarıda bahsettiğimiz Türkiye’de bir geriye gitme durumu, ileriye gitmek amacıyla yola çıkan kadroların, anti-emperyalizmi anti-kapitalist olmaktan yoksun görmeleri ve buna inatla sarılmalarından da kaynaklanmaktadır. Bu kadroların içinden “anti-kapitalist” ve “halkçı” söylemlerle “demokratça” çıkanlar ise Türkiye’yi uluslararası sermayenin güdümüne sokmuştur. Günümüze kadar sermaye sınıfı sarsıntılar geçirse de hâkim geldi ve bugün tekrar bir sarsıntı içerisindedir. Boykotlar, grev çağrıları ve genel anlamda direnişler en çok sermaye sınıfını korkutmaktadır. Sermaye ve iktidar, temel problemi göz ardı edecek ve eylemleri sığlaştıracak bir kuvveti beslemektedir. -Kısmi olarak işçi sınıfının tüketimden gelen gücü vurgulansa da bir altüst oluş gerçekleştiremeyecek kadar sığ kalmıştır.- Bu kuvvet gerici hegemonyanın tetikçileri olduğu gibi çoğunlukla buna maruz kalan -iyi niyetli- milliyetçi gruplardan da oluşmaktadır. Sermaye sınıfı ve milliyetçiliği tekeline almış gruplar bu milliyetçi tepkinin sosyalizme yönlenmesinden korkmaktadır. Dolayısıyla bu tepkiselliğin sınıfsal karakterinin güçlenmesi ve işçi sınıfıyla bir olması tepeyi titretmektedir.
Bu gerçekliği belirtmekten başka bir şey değildir. Tarihsel süreçte bugün, bu birikimi -sosyalizmden kopuk olmayan- bir sol-Kemalizm ile ilerletmenin koşullarını aramak lazımdır. Kısacası Mustafa Kemaller olarak amacımız Kemalizm’i ileri taşımak ve onu sosyalizm ile, yeni bir cumhuriyet ile taçlandırmaktır. Mevcut sultan ve patronlar cumhuriyeti tasfiye edilmeli, yerine halkın cumhuriyeti inşa edilmelidir. Gençliğin bu politize vaziyette ilerici niteliğinden vazgeçirilip çatı problemden odağının çekilmesi hâkim sınıfın isteğidir. Öğrenci-işçi ittifakından en çok korkan yine sermayenin iktidarıdır/diktasıdır.