Yakın Tarihimizin İlk Boykot Hareketi: Fes Boykotu
Mertcan Kadıoğlu yazdı...
Son yaşadığımız siyasi kargaşaların giderek sertleştiği zamanlarda, muhalefetin bir başka karta başvurmasına sebep oldu: boykota. Boykot bir kişi, grup, şirket veyahut ülkeye karşı; ekonomik, sosyal, kültürel ve politik alanlarda ilişkiyi kesmek amacıyla onun ürünlerini satın almamak, hizmetlerinden faydalanmamak veya onunla herhangi bir şekilde ilişki kurmaktan kaçınmak anlamına gelir. Özellikle 19. yüzyılda anlamını bulan bu kavram, siyasi yelpazenin solunda bulunan hareketlerin mutlaka oynamış olduğu önemli bir kart olmuştur. Nitekim Karl Marx, “Proletaryanın kurtuluşu, kendi eserinden başka bir şey olamaz.” (Uluslararası Emekçiler Birliği’nin Kuruluş Bildirgesi, 1864) sözleriyle yeni mücadele yollarının sinyallerini verirken boykot hareketlerinin de sinyallerini vermiştir.
Pasif değil, aktif bir mücadele ile yürütülmesi gerektiğini savunan Marx, her türlü iktisadi teşebbüs karşısında onların zararına olabilecek her hareketi devrimci mücadele olarak addetmiştir. Engels ise daha açık biçimde, “Ekonomik mücadelelerin zaferle sonuçlanması, sadece birleşik ve kararlı bir işçi sınıfının elindedir. Boykot ve grevler, bu mücadelenin araçlarıdır.” diyerek boykotu sendikal mücadele ve politik baskı aracı olarak ifade eder. Engels, boykotu tek başına yeterli görmese de sınıf mücadelesinin bir parçası olarak değerlendirir. Lenin ise, “Boykot, yalnızca kitleleri doğrudan devrimci eyleme çekebilecek durumlarda meşrudur.” (Taktiksel Görevlerimiz) diyerek boykotların gelişi güzel olmadığını, her zaman büyük mücadelelerin belli bir aşamasında yapılan taktiksel bir olgu olduğunu mutlaka altını çize çize vurgulamıştır.
Sol hareketlerin dışında, gerek bağımsızlık mücadelelerinde ulus milliyetçileri gerekse devletler de keşfettiği bu boykot taktiği, uluslararası krizlere ve savaşlara bile sebebiyet vermiştir. Buradaki amaç; rakibini yenemezsen bile ona güç veren kaynaklara zarar ver düşüncesidir. Tarihte İrlandalı devrimcilerin İngiltere’ye yapmış oldukları boykotlar, Hindistan’ın Gandhi önderliğinde yapmış olduğu boykotlar ve Çinlilerin İngiliz tüccarlarına karşı uygulamış olduğu “Afyon Boykotu”, sayısız boykot hareketlerinden sadece birkaçıdır.
Bu yazımızda, yakın tarihimizin ilk boykot hareketlerinden biri olan “Fes Boykotu” olayını ele alacağız.
Osmanlı Devleti, 19. yüzyılda, tabiri caizse “en uzun yüzyılında”, ağır bir parçalanma sürecine girmişti. Sosyo-ekonomik durumda ise yarı sömürge bir konuma girme durumuna rağmen, o dönemin ilerici aydınları yani Genç Osmanlılar hareketiyle birlikte sosyal anlamda bir uyanış baş göstermiştir. Bu uyanışın tezahürü de 1. Meşrutiyet’in ilanı olacaktı. Bu dönem, ardından patlak veren meşhur 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) ile hem Osmanlı’nın ağır yenilgisiyle sonuçlanmış hem de Sultan II. Abdülhamid’in parlamentoyu kapatarak bu dönemi sona erdirmesine sebebiyet vermiştir.
Çarlık Rusya’sının Osmanlı’ya dayattığı Ayastefanos Antlaşması, büyük devletlerin müdahalesiyle Berlin’de düzenlenecek kongreye taşınmış ve antlaşmanın yeniden düzenlenmesine karar verilmiştir. Bu müdahaleyi yapan devletlerden biri Avusturya idi. O dönemde Avusturya’nın iki politikası vardı:
1- Orta ve Batı Avrupa’da, yani Almanya ve İtalya üzerinde siyasi bir hamiliği vardı ve genelde öncü politikaları bu bölgeler üzerinde şekilleniyordu. Lakin Almanya ve İtalya’nın uluslaşma sürecine girmesiyle, sonradan yaşanan durumlar —özellikle Prusya-Avusturya Savaşı (1866) ile yenilgiye uğraması— sonucunda artık yeni yayılma sahaları arıyordu. Bundan yüzyıllar evvelinde Otuz Yıl Savaşları’nda yaşamış olduğu yenilgiden ötürü Osmanlı’ya bağlı Macaristan’a yeniden nasıl göz diktiyse, şimdi de aynı durumda Balkanlar’a göz dikecekti.
2- Osmanlı Devleti dağılma dönemine girmişti, yani Avrupa tarafından “hasta adam” lakabını almıştı. Komşusu Rusya’nın, Osmanlı Devleti’ne diş geçirip Balkanlar ve İstanbul’u ele geçirmesinden açıkça çekiniyordu. Çünkü Rusya’nın uyguladığı Panslavizm politikası, Osmanlı’ya ne kadar zarar veriyorsa, Avusturya’ya da bir o kadar zarar vermekteydi. Balkanlar’da çoğalacak Slav devletlerinin, yarın bir gün kendi ülkesindeki Slavlarla temas halinde olmasından çekiniyor ve devletin parçalanmasından korkuyordu. Bu yüzdendir ki Osmanlı’nın Balkanlar sahasında, Bosna’dan Selanik’e kadar olan bölgeyi ele geçirmek istiyordu. Bununla beraber, bu hareketiyle Rusya’ya bir set çekeceğini düşünüyordu.
Avusturya’nın baskısıyla konferansın sonunda yapılacak olan antlaşmaya (Berlin Antlaşması) şu koşul koyulmuştu: “Bosna-Hersek, Osmanlı Devleti’ne bağlı kalacak, ancak Avusturya tarafından işgal edilecek ve yönetilecektir.” maddesi. Böylece Berlin Antlaşması’na göre Bosna-Hersek vilayeti, Osmanlı’ya hukuken bağlı kalsa da fiilen Avusturya’nın işgali altında kalacaktı. Böylece Avusturya, düşünmüş olduğu politika için ilk adımını atmış olacaktı. Vakti zamanı gelince, koşullar oluşunca bunu resmen işgal edecek ve yeni bölgelere yayılacaktı. Avusturya’nın beklemiş olduğu koşullar, II. Meşrutiyet devrinde gerçekleşecekti.
Sultan II. Abdülhamid’in istibdadına karşı gelişen muhalefet hareketi giderek güçlenmekte ve örgütlenme yoluna gitmekteydi. Bu hareketin başını Jön Türkler çekmekteydi. 1902 ve 1907 yıllarında yapılan kongreler ile Selanik’te kurulan “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” ve Şam’da kurulan “Vatan ve Hürriyet” cemiyetleri, 1907’de İttihat ve Terakki adıyla birleşecekti. 1908’de Makedon dağlarında, Resneli Niyazi ve Enver Bey’in isyan ateşini başlatmasıyla ortaya çıkan kargaşalar sonucunda II. Abdülhamid, Meşrutiyet’i ikinci defa ilan etmek zorunda kalacaktı. Tarık Zafer Tunaya’nın deyimiyle bu dönem, Cumhuriyet’in “siyasi laboratuvarı”dır.
Bu dönem, önemli sosyal uyanışların olduğu bir dönemdir. Gerek kadın hareketlerinin sesinin duyulması, gerek ilk işçi grevlerinin patlak vermesi, gerekse de alt tabakadan gelen insanların bu olayları artık yakından takip etmesi gibi gelişmeler yaşanıyordu. Karışık bir dönemdi, evet; ama aslında ilk deneyimlerimizi yaşıyorduk. O yüzden bu karışıklıkların olması doğal bir durumdu. Zaten her devrim döneminde şaşkınlıklar ve karışıklıklar mutlaka yaşanırdı.
Fakat bu deneyimleri yaşarken, üç önemli dış olay daha yeni doğan hürriyetin yok olmasına az kalsın sebep olacaktı. Bunlar; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-Hersek’i ilhakı, Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi ve Girit’in Yunanistan’a bağlandığını duyurmasıydı.
II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle birlikte Avusturya, Bosna-Hersek’in Osmanlı ile olan bağlarının güçlenmesinden oldukça çekiniyordu. Bu çekincede haklıydı; özellikle Bosnalı Müslümanların Osmanlı ile arasında sıkı bir bağlılık vardı. Hürriyetin ilanını coşkuyla kutlamışlar ve İstanbul’daki olayları yakından takip ediyorlardı. Nitekim Osmanlı Devleti’nin Raguza Başkonsolosluğu’nun 1901 yılında hazırlamış olduğu rapor oldukça manidardır. Bu raporda; Bosna-Hersek Müslümanlarının durumlarının düzeltilip himaye edilerek Anadolu’ya göçten vazgeçirilmesi gerektiği, bunun sağlanmasının Osmanlı siyasetine uygun olduğu belirtilmiş ve şunlar eklenmiştir:
“Bosna-Hersek’in Müslüman halkı, bu eyaletin Osmanlı Devleti ile bir bağlantısı olduğunu düşünmekte ve her an Osmanlı Hükümeti’ne bağlılığını göstermeye hazır bulunmaktadır. Bu halk, Avusturya’ya karşı bir kuvvettir. Bu nedenlerden dolayı Avusturya, Bosna-Hersek’i sürekli olarak elinde tutmak için Müslüman halkı ya kendi yanına çekmek ya da yok etmekten birini seçmek zorundadır. Sürekli olarak izlediği politika da budur. Bu arada, bölgedeki Müslüman, Slav ve Katolik toplumlar arasına ‘nifak tohumları’ atarak ortalığı karıştırmakta ve bu yolla Müslümanları göçe zorlamaktadır.”
İşte bütün bunlara karşı Osmanlı Hükümeti, Bosna-Hersek Müslümanlarının göç etmemelerini sağlamak ve aynı zamanda Avusturya’nın bu halkı yok etme faaliyetlerine son vermek için gerekli önlemleri almalıdır.
Avusturya, gerek Osmanlı’nın iç karışıklıklarından faydalanmak gerekse de bu bölgede gözü olan Sırbistan’ı etkisiz hâle getirmek amacıyla 5 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’i topraklarına kattığını, 1878 Berlin Antlaşması’na taraf olan devletlere ve Osmanlı’ya bir nota ile bildirdi. Yine aynı gün içerisinde Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti, Girit ise Yunanistan’a bağlandığını duyurdu.
Avusturya’nın bu hareketi, Osmanlı Devleti tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı. Savaş tehlikesi söz konusuydu. İngiltere bu tehlikeyi sezdiğinden dolayı Babıâli’ye, bu sorunlar sebebiyle "savaşa meydan verilmemesinin uygun olacağı" biçiminde bir protesto göndermeyi uygun görüyordu. Fransa da bu görüşe katılmıştı. Fakat kamuoyunun baskısı nedeniyle dönemin Kâmil Paşa Hükûmeti, Sırbistan, Romanya ve Yunanistan ile ittifak girişiminde bulunup Avusturya ile savaş başlatma fikrine yöneldi. Ancak Romanya bu ittifakı reddetti, Yunanistan ile görüşmeler ise sonuçsuz kaldı. Sadece Sırbistan desteğini bildirerek ilhakı tanımadığını ilan etti. Hatta silah ve mühimmat artırılarak Avusturya sınırına asker bile yığılmıştı.
Fakat Kâmil Paşa Hükûmeti bu girişimden vazgeçti ve yalnızca basit bir protesto telgrafı göndererek olayı geçiştirdi. Nitekim Rusya'nın baskısıyla Sırbistan da bu ilhakı tanımak zorunda kaldı.
Kamuoyunun bu uğradığı hayal kırıklığı ve öfke başka bir mücadele biçimini, boykotu doğurdu. Bu boykotun arkasında iki önemli klik vardı: biri İttihatçılar (arkalarında Balkan burjuvazisi vardı), diğeri ise hamallar ve esnaflar. İttihatçılar, her ne kadar Selanik burjuvazisinin desteğini alsalar da İstanbul’a geldiklerinde şehrin ekonomik olarak önemli unsurlarından olan hamallar ve esnaflarla karşılaştılar. Haliyle, bu gruplarla ilişkilerini iyi tutmanın önemini kısa sürede kavrayarak özel temaslarda bulundular ve partinin kapısını onlara da açtılar.
Özellikle Kara Kemal Bey bu konularda görevlendirilmiş ve bu gruplarla olan temaslarını artırmaya başlamıştır. 6 Ekim’de başlayan Avusturya karşıtı İstanbul’daki ilk gösteriler giderek söylemini ve amacını değiştirmiş, irticacı, dinci ve padişahçı bir çizgiye kaymaya başlamıştır. Bu gelişme karşısında İttihatçılar ile hamallar/esnaflar klikleri ilk kez bu gösteriler aracılığıyla iş birliği yapacaktır.
İttihatçılar, göstericiler arasına yolladıkları adamlar aracılığıyla kalabalığa Avusturya mallarını boykot etme fikrini yaymış ve böylece bu öfkeli kitleyi istedikleri yöne kanalize etmişlerdir. 8 Ekim günü, İstanbul sokakları “Avusturya Emteasımı Almayınız” yazılı afişlerle donatıldı. Avusturya mallarını satan mağazalara müşteri girişi kalabalıklar tarafından engellendi. Selanik burjuvazisi de aynı gün, Avusturya fabrikalarına gönderdikleri telgraflarla siparişlerini iptal ettiklerini bildirdi.
9 Ekim 1908 tarihli Tanin gazetesinde Hüseyin Cahit Yalçın, “Avusturya Emteasımı Almayınız” başlıklı yazısında boykot çağrısını açıkça ilan etti. Bu yazıda şöyle diyordu:
“Osmanlılar, hükümet ve idarelerini adalet ve hakkaniyet esaslarına bina etmek için çalışırlarken, dâhilî bir kargaşalık, haricî bir harp çıkararak istibdadın iadesini temin etmek fikriyle hakkı, insaniyeti adi ayaklar altına alan Avusturya’nın murdar metalarını almayınız. Evet, Avusturya’dan ne geliyorsa: kumaş, esvap, çorap, mendil, fanila… Hiçbirine bir Osmanlı parası vermeyiniz.”
Yazısının sonlarına doğru, “tabir-i mahsusuyla boykotaj” yapmaya çağırıyor, bu yöntemin etkili olduğunu Çinlilerin Amerikan mallarına karşı gerçekleştirdiği boykottan örnekler vererek temellendiriyordu. Ona göre bu hareketler:
“Bu hareket-i vatanperverâne bize nümune-i emsal olsun.” Yani bizlere mücadelemiz için örnek teşkil etsin diyordu.
10 Ekim günü Tanin gazetesinde yayınlanan ikinci bildiride ise, “Kendi Osmanlı vapur kumpanyalarımızı tesis edilinceye kadar vereceğimiz paralar hiç olmazsa bize destek verenlere gitsin.” deniliyordu. Bu ifadeyle, açıkça komprador burjuvazi hedef gösterilerek halkın Türk tüccarlardan alışveriş yapması gerektiği fikri telkin ediliyordu. Ayrıca aynı yazıda, tüccarların bu boykotu etkin biçimde sürdürebilmesi için örgütlenmeleri ve sendika oluşturmaları da önerilmekteydi.
Avusturya Sefareti, Osmanlı kamuoyunu yakından takip ediyor ve bu tahrik edici propagandaların yasaklanması için Bab-ı Ali’ye başvuruda bulunuyordu. Hükûmet, bu konuda halkı yatıştırmak için bir bildiri yayınlasa da artık durum nafileydi; ok yaydan çıkmıştı bir kere.
11 Ekim Pazar günü, İstanbul sokaklarında boykot hareketi bu kez fes üzerine yoğunlaştı. İstanbul’da bir feshane fabrikası bulunmasına ve özel teşebbüslerin giderek bu sektöre el atarak yeni üretimler gerçekleştirmesine rağmen, bu üretim iç talebin oldukça altındaydı. Bu nedenle, Osmanlı Devleti büyük ölçüde yurt dışından fes ithal etmekteydi. En çok ithalat yaptığı ülke ise Avusturya idi; Avusturya’nın pazardaki payı neredeyse %70’e yakındı.
Bu sebeple, o gün meydanlarda boykotçular, Osmanlıların “Nemçe” diye hitap ettiği Avusturya’nın feslerinin satışını yasakladılar. Yerine “Serpuş-u Millî” denilen yerli üretim feslerin teşviki sağlandı. Avusturya fesleri meydanlarda parçalanıyor, fes mağazalarının satış yapmaları engelleniyordu. Memurların fes yerine kalpak giymeleri, bu olaylar neticesinde yaygınlaşmaya başladı. İstanbul tüccarları da zaptiyelere (polislere) verilmek üzere yeni kalpaklar hazırladı. Beyrut’ta kalpak yapımı için bir şirket kurulması kararı alındı. 1909 yılına gelindiğinde, memurlar arasında kalpak kullanımı oldukça yaygınlaşacaktı.
Dikkat edilirse, Millî Mücadele’nin simgesi hâline gelen kalpak, esasen bu boykot süreciyle ortaya çıkmıştı. Yani emperyalistlere karşı takınılan “kalpak tavrı” rastlantı değil, bilinçli bir duruşun tezahürüydü.
Boykotun ikinci evresi ise temel gıda maddeleri üzerine yoğunlaştı. Tüm kahve ve şeker tüccarları, Trieste’deki Avusturya şirketlerine telgraf çekerek Avusturya şekeri ithal etmeyeceklerini duyurdu. Yafa Limanı’nda da halk, kayıkçılar ve manavlar Avusturya şekeri ithal etmeyeceklerini ilan etti. Aynı gün içinde, Avusturya’ya bağlı postanelere saldırılar düzenlendi, posta arabaları ve kutuları tahrip edildi (bkz. Erdal Yavuz, 1908 Boykotu).
14 Ekim günü Kavala’da düzenlenen bir mitingde, Avusturya ve Bulgaristan mallarına karşı başlatılan boykotun yararları halka anlatılmaya çalışıldı. Bu boykotlar, Trieste Borsası’nda etkisini göstermeye başlamış ve iktisadî anlamda ciddi kayıplara yol açmıştı. Borsa, bu faaliyetlerden duyduğu rahatsızlığı dile getirerek, 17 Ekim'de Avusturya Ticaret ve Dışişleri Bakanlığı’na, acil tedbirler alınmasına dair telgraflar göndermişti.
Selanik tüccarları, ekim ayının ortasında özellikle pamuk ve pamuklu dokuma sektörü için Avusturya’dan ithal ettikleri ürünleri artık almayacaklarını duyurdular. Yayınladıkları bildiride, Avusturya malları yerine mümkün olduğunca yerli veya dost devletlerin ürünlerinin tercih edilmesi gerektiği vurgulanıyordu.
İstanbul hamalları ve kayıkçıları da, İstanbul’a gelen hiçbir Avusturya malını iskelelere sokmuyordu. İlk boykotla başlayan aksaklıklar etkisini göstermeye başlamıştı. Satın alınmış malların sınırdan geçip geçmeyeceği ciddi bir tartışma konusuna dönüşmüştü. Tanin gazetesi bu konuda Osmanlı tüccarlarını korumaya özen göstermeye çalışıyordu.
Tüccarlar, örgütlü bir mücadele yürütebilmek ve karışıklık sonucu yanlış malların yok edilmesini önlemek amacıyla “Tüccarân-ı Osmaniye Heyeti” adlı bir yapı kurdu. Bu heyetin kuruluşu Tanin gazetesi tarafından 4 Kasım 1908 tarihli sayıda kamuoyuna duyuruldu. Bu gelişmeyle birlikte boykot mücadelesi daha örgütlü bir hâl almaya başladı. Özellikle her vilayette kurulan boykot komisyonları sayesinde, hareketler daha planlı ve organize bir yapıya kavuştu.
Avusturya Dışişleri Bakanı Aehrenthal, 22 Kasım günü sanayici ve tüccarlarla bir toplantı gerçekleştirdi. Toplantının ardından toplanan Bakanlar Kurulu, İstanbul’daki sefiri aracılığıyla Babıâli’ye gönderilecek bir talimatta, Avusturya mallarına karşı yapılan boykot engellenmedikçe görüşmelerin sürdürülemeyeceğini bildirmesini istedi.
22 ve 23 Kasım günleri arasında, Avusturya Sefiri Pallavicini, dönemin sadrazamı Kamil Paşa ile görüşerek hamalların devlet memuru sayılması gerektiğini ve onların tertip ettiği boykotun durdurulması talebini iletti.
25 Kasım günü Pallavicini, Babıâli’ye verdiği notada, resmî memurların boykota karıştığı iddiasını yineleyerek, Osmanlı Hükûmeti bu konuda tavrını değiştirmezse İstanbul’dan ayrılarak ülkesine döneceğini bildirdi.
26 Kasım günü ise Avusturya Dışişleri Bakanlığı’nın elçiliklere verdiği bir memorandumda, bazı memurların boykota göz yumduğu, hatta el altından destek vermeye devam ettiği ileri sürülüyordu. Bu tavır sürdüğü takdirde ve Osmanlı Hükûmeti bu konuda sert tedbirler almazsa, Bosna-Hersek için yapılacak görüşmelerin başlatılmayacağı ifade ediliyordu.
Bu görüşmelerin ardından Bab-ı Ali, tüm vilayetlere bir genelge göndererek, Avusturya mallarının ithalinde zorluk çıkarılmamasını, ayrıca hamalların kamu hizmeti görmekte oldukları gerekçesiyle boykota katılmamaları gerektiğini bildirdi.
Bu genelgenin Avusturya'nın baskısıyla yayımlandığını bilen aydınlar, kamuoyunda hükûmet üzerinde baskı oluşturma yoluna gittiler. Özellikle Tanin gazetesi, bu baskının öncüsüydü. Hüseyin Cahit Yalçın, yazısında hamalların memur sayılamayacağını ileri sürerek, boykotun kamu memurlarıyla hiçbir ilgisinin olmadığının altını çizdi.
Yabancı basında Kamil Paşa’nın emriyle boykotun resmen ilga edildiği yönündeki haberler üzerine, Tanin gazetesinin verdiği yanıt şu şekildeydi:
Boykotu ortaya atan basındı, ancak halk bunu destekleyip sahiplendi. Dolayısıyla bu bir hükûmet politikası değil, bağımsız bir halk hareketiydi. Bu durumda, sorun çözülene kadar boykotu ancak halk başlatmış olduğu gibi halk sürdürebilir ve halk sona erdirebilir.
Aralık ayına girildiğinde, boykotun zayıfladığı dikkat çekiyordu. Boykotun yeniden işlev kazanması amacıyla 4 Aralık günü İstanbul gümrük hamalları toplanarak boykotun devam ettirilmesi yönünde karar aldılar ve bu kararlarını bildirmek üzere İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne başvurdular.
Tanin gazetesi, hamalları desteklemek amacıyla şu ifadelerin yer aldığı bir yazı yayımladı: “Hükümet boykotajı resmen men edebilir; fakat hiçbir Osmanlıyı Avusturya eşyası almaya, hiçbir hamalı da cebren vapurlardan Avusturya malı çıkarmaya icbar edemez.” Boykotun zayıfladığına dair çıkan söylentileri ise kesin bir dille yalanlıyordu.
Bu sıralarda İstanbul’da, Avusturya malı boşaltan mavnacı ve kayıkçılarla buna karşı çıkan hamallar arasında çatışmalar yaşandı. Bu anlaşmazlık, ancak "Boykotaj Sendikası" aracılığıyla tarafların bir araya gelmesiyle çözüme kavuşturuldu. Taraflar, boykota destek konusunda uzlaşarak sorunu kısa sürede giderdiler.
8 Aralık günü, Avusturya Sefiri Pallavicini, Kamil Paşa ile bir görüşme yaptı. Görüşmede, Viyana Hükûmeti'nin müzakerelere hazır olduğu bildirildi. Avusturya, kendisine karşı harekette bulunmasından endişe duyduğu Sırbistan’ın yalnız bırakılmasını hızlandırmak istiyordu. Kasım ayı içerisinde, Sırbistan’ın silahlanmayı artırması ve seferberlik başlatması, Avusturya’yı Osmanlı Devleti ile yaşadığı anlaşmazlığı bir an önce çözmeye yöneltti.
Bu nedenle Avusturya Dışişleri, boykot olayını yalnızca ticari bir anlaşmazlık olarak değerlendirdi ve Bosna-Hersek meselesini bu görüşmelerden ayrı tutarak müzakereye yanaştı. Bu gelişme Türk basınında hızla yer buldu. Avusturya ayrıca, görüşmelerin başlamasına yol açan gelişmeleri açıklayan bir basın bildirisi yayımladı. Bildiriye göre Viyana Hükûmeti, boykotların esas sorumlusu olarak Osmanlı memurlarını görmekteydi ve boykottan doğan her türlü zarar ve ziyandan Osmanlı Hükûmeti'ni sorumlu tutuyordu. Yapılan görüşmelerde, Osmanlı Hükûmeti’nin verdiği yanıtları teminat kabul eden Avusturya, bu zararların mutlaka tazmin edilmesini istiyordu. Bu açıklamalar, Osmanlı kamuoyunda adeta bomba etkisi yarattı. Başta Tanin olmak üzere birçok gazete, Kamil Paşa Hükûmeti'ni sert şekilde eleştirdi. Tanin gazetesi, Kamil Paşa’yı tavizkâr duruşu nedeniyle ağır biçimde tenkit etti. Tanin’e göre, hükümetin memurlara gönderdiği genelgeyi Avusturya’ya bildirmesiyle, hem memurlar suçlu duruma düşürülmüş hem de Avusturya’nın eline önemli bir koz verilmiş oluyordu.
Avusturya ile anlaşma haberlerinin yoğunluk kazanmasıyla birlikte, özellikle tüccar kesiminde boykotu bırakma eğilimleri giderek artmaya başladı. Yeni Pazar’da bulunan tüccarlar Selanik Boykot Komitesi’ne başvurarak, Avusturya mallarına gölgede fazla ihtiyaç duyulduğunu ve bu nedenle sancaklarındaki boykotun sona erdirilmesini talep ettiler. Hamallar ise boykotu var güçleriyle sürdürmeye devam etti. Bu durum, en sonunda Alman Sefiri’nin bile şikâyette bulunmasına neden oldu.
Seçimlerin tamamlanmasının ardından, 17 Aralık’ta meclis açıldı. Meclisin açılmasıyla birlikte, Kamil Paşa Hükûmeti ile İttihat ve Terakki Cemiyeti arasındaki görüş ayrılıkları da gün yüzüne çıkmaya başladı.
Mebus Hüseyin Cahit Yalçın, hükûmete yönelik bir soru önergesi verdi. Sadrazam Kamil Paşa, bu önergeye 13 Ocak’ta yanıt verdi. Ardından yapılan oylama sonucunda hükûmet güvenoyu aldı.
Kamil Paşa, mecliste yaptığı konuşmada, Bosna-Hersek meselesinde hükûmetin sergilediği kararlı tutum sayesinde, Avusturya’nın kamuoyu önünde zayıf düştüğünü ve Osmanlı Hükûmeti'nin ortaya koyduğu esasları kabul etmek zorunda kaldığını ifade etti. Kamil Paşa’ya göre, bu mesele yakında çözüme kavuşacaktı (Kaynak: 1908 Boykotu / Erdal Yavuz).
Ocak ortalarından sonra, bazı yerlerde devam etse de artık boykottan söz edilemez oldu, Kamil Paşa Hükümeti İttihatçılara karşı bu konuda galip gelmişti. Sonuçtu Osmanlı Devleti ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile 26 Şubat 1909’da Bosna-Hersek hakkında “Protokol (Beyanname)” imzalandı. Tamamı on üç madde olan bu Protokole göre:
- İki devlet arasında Bosna-Hersek ile ilgili olarak 21 Nisan 1879’da imzalanmış olan anlaşma ortadan kalkacaktı.
- Bosna-Hersek halkından Osmanlı uyruğu (tebaası) kabul edilecek, daha sonra göç etmek isteyenlere ise Avusturya Devleti uyruğu işlemi yapılacaktı.
- Bosna-Hersek İslam halkına önceden olduğu gibi din, mezhep ve ibadet özgürlüğü ile diğer dinlerdeki halkın sahip olduğu sosyal, siyasi ve ekonomik hakların tamamı tanınacaktı.
- Camilerde hutbeler padişah adına okunacaktı.
- Osmanlı Devleti’nin Bosna-Hersek’teki haklarına karşılık Avusturya, protokolün uygulanmasında on beş gün içinde, Osmanlı Hükümeti’ne altın olarak iki buçuk milyon Osmanlı lirası ödeyecektir.
Bu protokolün imzalanmasında sonra, Viyana Hükümeti’nin önerisiyle İstanbul’da 1909 yılı Mart ve Nisan aylarında görüşmeler yapıldı. Bunun sonucunda düzenlenen protokolle, Osmanlı Devleti’nin Bosna-Hersek’i Avusturya’ya devretme koşulları belirlendi.
Sonuç itibariyle Osmanlı Devleti iki buçuk milyon altın karşılığında, Bosna-Hersek üzerinde fiili egemenlik haklarından resmen vazgeçmiş bulunuyordu. Bu karşın Avusturya ise Balkanlara doğru iyice genişlemiş oluyordu.
Boykot Neleri Değiştirdi?
Bir süreci değerlendirirken evvela istatistikî verilerden yararlanmak gerekir. Boykotun ne derece etkili olduğunu anlayabilmek için Osmanlı ile Avusturya arasındaki ticari ilişkilerin boyutunu bilmek önemlidir. Osmanlı Devleti, esasen ham madde ihraç eden bir ülkeydi; Avusturya ise sanayi malları ihracatçısıydı.
1907 yılında Avusturya, toplam ihracatının %9,2’sini Osmanlı Devleti’ne yapıyordu. 1906’daki oran %9’du. Boykotun gerçekleştiği 1908 yılında bu oran yalnızca %1’lik bir azalma gösterse de, asıl dikkat çekici durum, Osmanlı’nın toplam ithalatında yaşanan değişimdi. 1907 yılında Osmanlı, toplam ithalatının %18,72’sini Avusturya’dan yaparken, 1908 yılında bu oran ciddi şekilde düşecek ve yerini daha çok İngiltere’den yapılan ithalatlar alacaktır. Bu kayışta, Sadrazam Kamil Paşa’nın İngiltere yanlısı tutumu belirleyici olmuştur.
Boykotun süresi, derin bir ekonomik zarar yaratmak için yeterli olmasa da ithalat oranlarının %18’lerden %9’a düşmesi, boykotun etkili olduğunu açıkça göstermektedir. Coğrafi yakınlığa ve Avusturya mallarının ucuzluğuna rağmen, Balkan burjuvazisinin, İttihatçıların, İstanbul esnafı ve hamallarının ortak tavrı bu değişimi mümkün kılmıştır.
Boykot, yalnızca ekonomik değil, politik ve sosyal anlamda da etkili olmuş; özellikle emperyalist devletler nazarında ciddi yankılar uyandırmıştır. İngiltere ve Fransa, her ne kadar Avusturya’nın bıraktığı ekonomik boşluktan faydalansalar da, boykotun uzun sürmesinden ciddi şekilde çekinmişlerdir. Zira boykot süresince yalnızca Avusturya malları protesto edilmemiş, aynı zamanda Osmanlı Bankası ve bazı yabancı bankalar da hedef alınmış, işçi grevleri ve yerli üretim vurgulu propagandalar yaygınlaşmıştı. Bu durum, milliyetçi bir uyanışa sebep olabileceği düşüncesiyle Batılı devletlerde tedirginlik yaratmıştır. Gümrük vergileri ve kapitülasyonlar konusundaki tartışmalar da basında geniş yer bulmuştur. Avusturya’nın, bu noktada Osmanlı’ya vereceği olası tavizler diğer büyük devletleri rahatsız etmiştir. Nitekim Meşrutiyet rejiminin ve Jön Türk hareketinin bu başarısı, sömürge altındaki bazı milletlerin aydınlarına da ilham kaynağı olmuştur.
Siyasi tarihimiz açısından bu süreci, yalnızca dış etkenlerle değil, iç dinamiklerle birlikte değerlendirmekte büyük fayda vardır. Bu süreçte “boykot kartını” keşfeden İttihatçılar, bu aracı zaman zaman hem dış güçlere hem de onlarla iş birliği hâlindeki komprador burjuvaziye karşı kullanmaktan çekinmemiştir.
1908 Boykotu, Osmanlı tarihinde ilk kez geniş çaplı bir kolektif halk hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Bu noktadan itibaren, artık halk sadece saray ya da hükümetin kararlarının pasif muhatabı olmaktan çıkmış, kendi gücünün farkına varmaya başlamıştır.
Bu dönemde, ekonomik bağımsızlık meselesi kamuoyunda ciddi biçimde tartışılmaya başlanmıştır. Bir tabu yıkılmış; kapitülasyonlar ve millî ekonomi meselesi, İttihatçıların politik gündeminin merkezine yerleşmiştir. Yerli burjuvazinin oluşturulması ve desteklenmesi gerektiği fikri giderek kabul görmeye başlamış, özellikle Türk ve Yahudi burjuvazisiyle kurulan temaslar bu bağlamda artmıştır.
Devletçilik ve halkçılık tartışmaları da bu dönemde ivme kazanmıştır. Bu fikirler, ilerleyen yıllarda Kemalist kadrolar tarafından yakından takip edilmiş ve Cumhuriyet döneminin temel ilkeleri hâline gelmiştir.
Şirketlerin, sendikaların ve sivil toplum örgütlerinin ne denli etkili olabileceği bu süreçte deneyimlenmiş ve İttihatçılar bu tür yapıları teşvik etme yoluna gitmiştir. Nitekim, 1912’de kurulan ve sonradan Müdafaa-yı Milliye adını alan Müzaheret-i Milliye ile 1913’te kurulan İstihlâk-ı Millî Cemiyeti, bu sürecin doğrudan birer yansımasıdır. Bu örgütler, millî ekonominin gündeme gelmesinde ve halkın bilinçlenmesinde önemli rol oynamıştır.
Türk siyasal hayatının en önemli toplumsal reflekslerinden biri olan ilk büyük boykot hareketinin öyküsü burada sona ermektedir. Görülüyor ki Türk toplumu, bu tür kolektif hareketlere hiçbir zaman yabancı kalmamıştır. Toplumsal hareketler genellikle, üst yapısal baskıların alt yapıyı sıkıştırmasıyla doğar. O nedenle, siyasal karar alıcıların bu gerçeği iyi okuması gerekir. Halk, bir noktada şöyle demez mi: "Hem vergimizi alıyorsun, hem de sesimizi kısmaya çalışıyorsun. Bu perhiz, bu ne lahana turşusu?"
Son söz olarak: İktisadi olarak verilecek her bilinçli ve örgütlü tepki, halkın lehine olan bir mücadeledir. Unutmayalım, egemenlik verilmez, alınır.
KAYNAKÇA:
- Dr. Rifat UÇAROL. (26 Eylül 2012). Siyasi Tarih, Der Yayınları, 9.Basım, İstanbul.
- Feroz AHMAD. (Kasım 2019). İttihat ve Terakki 1908-1914, Kaynak Yayınları, 12.Basım, İstanbul.
- Feroz AHMAD. (Ağustos 2020). Jön Türkler Osmanlı İmparatorluğu’nu Kurtarma Mücadelesi 1914-1918, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1.Basım, İstanbul.
- Sina AKŞİN. (Nisan 2022). Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 30.Basım, İstanbul.
- Erdal YAVUZ. (1978). 1908 Boykotu, ODTÜ Gelişim Dergisi, sf 163-181.