Nereden Başlanmalı?

Daima Konu Görseli

Devrim yazdı...

            Geçtiğimiz bir ayda, son yıllarda eşine zor rastlanır bir toplumsal huzursuzluk dönemini geride bıraktık. Bu dönemde ortaya çıkan enerjiyi, iktidarın devrilmesi adına daha doğru kullanmak ve gelecekteki potansiyel olaylara karşı hazırlıklı olmak adına bu dönemde yaşananları hem stratejik açıdan hem de arkasındaki sosyoekonomik gerçekler açısından analiz etmek önemli olacaktır.

            Ekrem İmamoğlu ve beraberindeki yaklaşık yüz kişinin gözaltına alınmasıyla başlayan olayların ilk bir haftasının son derece aktif ve eylemli geçtiğini söylemek mümkün. Bu bir hafta içerisinde hareket ilk birkaç gün daha zayıf başlayarak yükselmiş, hafta sonunda zirveye ulaşmış ve altıncı-yedinci günlerde gerilemeye geçmişti. Polisin ve iktidarın tavrı da burada hareketin bu seyriyle paralel bir şekilde olmuş, polis şiddeti de hafif başlayıp hafta sonu zirve yaptıktan sonra düşüşe geçmişti. Sonrasında CHP’nin ilk bir hafta içerisinde çoğu eylemin merkezi olan Saraçhane mitinglerini bitirmesi, iktidarın fişleme usulüyle yaptığı gözaltı/tutuklama uygulamaları ve araya bayramın girmesiyle de birlikte olaylar eski halinden bir hayli uzaklaşmaya başlamıştı. Buradan sonraki üç haftada ise eylemlerin ve toplumsal huzursuzluğun daha rutin ve kurumsallaşmış bir harekete dönüşmeye başladığını söylemek mümkün. Nisan ortası itibariyle de önümüzdeki en büyük dönemeçlerden biri belki de nasıl geçeceği fazlasıyla merak konusu olan 1 Mayıs.

 

Olayların Seyri

Olayların aslında Charles Tilly ve Sydney Tarrow tarafından ortaya konmuş olan rutinleşme döngüsü dahilinde gerçekleştiğini söylemek doğru olacaktır. Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla birlikte ortaya çıkan tepkiler tahmin edilemez ve yıkıcı bir biçimde ortaya çıkmıştı. Bunun en büyük göstergelerinden biri ise 19 Mart günü İstanbul Üniversite’sinde yıkılan polis barikatıydı. Polis, sadece birkaç kilometre ötede çok daha fazla sayıda kuvvet olmasına rağmen hem sayıca hem de teçhizat bakımından hazırlıksız yakalanmıştı. Kitlenin büyüklüğü de barikatı yıkma konusundaki kararlılığı da beklendik değildi. Bu bilinmezlik birkaç gün kadar devam etti. Bu sırada iktidar da hareketin kapasitesini ve potansiyelini tartmaya çalışıyordu. 19 Mart günü yıkılan barikat birçokları için ilham olmuş ve çok sayıda insan yasaklara rağmen protestolara katılmış ve hatta barikatları yıkmaya çalışmıştı. Bu yine Charles Tilly ve Sidney Tarrow tarafından ortaya konmuş olan yayılım (diffusion) kavramına örnek olarak gösterilebilir. Bu yayılım sırasında CHP başta olmak üzere siyasi partiler ve hatta belki çoğu siyasi partiden de daha büyük bir etkiyle üniversiteler aracılık (brokerage) rolünü üstlenmiş durumdaydı. Olaylar yayıldı ve birkaç gün tekrarlandıktan sonra ilerlememeye başlamıştı. Bu noktada iktidar da normalleşmekte olan hareketi şiddet kullanarak bastırmaya başlamıştı. Aradan hareket bir sonraki hafta, yaşanan anlaşmazlıklar ve bölünmelerle de birlikte, rutinleşmeye ve normalleşmeye başlamıştı. Öyle ki barikatı zorlayanların sayısı bile son derece azdı. Artık barikat zorlanmıyor çoğunlukla yerini önünde durmaya ya da eylemi olaysız şekilde sonlandırmaya bırakmıştı.

Bu çerçeveden bakıldığında iktidarın stratejisi daha anlaşılır bir hale geliyor. 26 Mart itibariyle Özgür Özel’in Saraçhane mitinglerini bitirmesi ve araya bayramın girmesiyle önemli alanlarından birini ve momentumunu kaybeden hareketi iktidar bir de aracı mekanizmalarından vurarak etkisiz hale getirmeyi amaçlıyordu. Bunun için neredeyse tamamı siyasi partilerden ya da öğrenci hareketinden olan ve organizasyonda parmağı olan yüzlerce insanı şafak operasyonuyla evlerinden alıyor, birçoğunu da gözaltı sonrası tutukluyordu. Böylece zaten alanını ve momentumunu kaybetmekte olan hareketin aracı mekanizmaları da baltalanıyor, öğrenci hareketi durma noktasına geliyordu. Hareket aldığı yaralarla mecburi olarak öncesinde sahip olduğu tahmin edilemez, yıkıcı halini bırakıyordu. Tarrow ve Tilly bu aşamaya ulaştıktan sonra hareketin biteceği ya da kurumsallaşacağı öngörüsünde bulunuyorlar. Onların öngörüsünü belli bir ölçüde takip niteliğinde bizim hareketimiz de bu süreçte bir miktar kurumsallaşarak yoluna devam ediyor. Üniversitelerde öğrenciler kendi kurumlarını oluştururken, tutuklular ve gözaltına alınanların aileleri için bir dayanışma ağı kuruluyor. Bir yandan da siyasi partilerin de üye sayıları artıyor. Bu kurumların da etkisiyle şu sıralarda 19 Mart öncesine göre daha fazla eylem ve gösteri düzenleniyor. Hareketin tükenmeden kurumsallaşmaya başlaması iktidarın istemediği ve bizim de kötünün iyisi diyebileceğimiz bir gerçeklik. Doug McAdam gibi birçok sosyal bilimci bu kurumsallaşma sürecini hem iyi hem de kötü yönleri bulunan ve hareketlerin sıklıkla karşılaştığı en muhtemel son olarak görüyorlar. Bu düşünce biçiminde kurumsal hareketler daha yüksek bir meşruiyet kazanıp hareketi daha uzun süreli olarak hayatta tutmayı başarırken radikal, yıkıcı özelliklerini kaybediyor ve halkın politikayla daha az içli dışlı olan kesimi üzerindeki etkisini yitiriyor.

Hareketlerin nasıl kurumsallaşmadan, devrimci yönlerini koruyarak devam edebilecekleri konusu ise sosyal bilimciler arasında bir tartışma konusu. Bununla birlikte çoğunluk kurumsallaşma ve rutinleşmenin hareketin gerçek potansiyelini öldürdüğü konusunda ortaklaşmış durumdalar. Kimileri bu durumu hareketlerin daha kontrollü olacağını düşündüğünden olumlu bir gerçek olarak yorumlarken kimileri de hareketlerin daha büyük değişimler getirmesini istediğinden bu durumdan kaçmanın yollarını aramışlardır. Bu aramalar sırasında da birçok farklı teori ve tartışma doğmuştur. Marks bu hareketlerin devrimci özelliklerini koruyarak en nihayetinde devrime varmaları için uzun vadede hareketlerin tamamında bulunmuş olan ve dersler çıkararak ilerleyen bir parti mekanizmasını çözüm olarak görmüştür. Ona göre devrimciler parti içerisinde her sosyal hareketin muhasebesini yaparak bir sonraki hareket geldiğinde bu hareketi daha uzun süre devrimci tutmak için geçmişten öğrendiklerini kullanabilecekleri bir mekanizma geliştirmelidir. Bir kaynak seferberliği (resource mobilization) teorisyeni olan V. Lenin ise partinin aynı zamanda bütün kaynakları devrime yönelik bir biçimde seferberlik edebilecek örgütlü, eğitimli bir yapıda bulunmasının gerekliliğini ortaya koymuştur. Ona göre ancak bu tarzda bir parti geçmişten öğrendiklerini uygulayabilecek bir kapasitede olacak ve hareketi devrimci bir biçimde yönetebilecektir.

Hareketin ilerleyişinde kendi organizasyonel niteliklerinin de önemli olduğunu söylemek mümkün. Kimi hareketler momentumunu da devrimciliğini de çok daha az şiddet uygulayarak korurken kimi hareketler ise daha az insana ulaşmalarına rağmen daha fazla şiddeti sürdürülebilir bir biçimde uyguladığından başarıya ulaşabiliyor. Ches Thurber “Between Mao and Gandhi: The Social Roots of Civil Resistance” kitabında durumu sosyal hareketleri dörde ayırarak açıklıyor. Kitapta hareketleri halk tarafından mı yoksa elitler tarafından mı yönetildiğine ve şiddetli olup olmadığına göre dörde ayırıyor. Örneğin şiddetli ve elitler tarafından yönetilen hareketlere örnek olarak darbeleri gösterirken, şiddetsiz ve halk tarafından yönetilen hareketlere örnek olarak Hindistan’dan Gandhi’yi örnek gösteriyor. Sonrasında ise bu hareketlerin olası durumlarını ve farkında olunması gereken gerçeklere dair detaylar veriyor. Bu hareketlerin hepsi için farklı meşruiyet ve kaynak seferberliği mekanizmaları olabileceğini vurguluyor. Bence kitaptakine ek olarak, özellikle de elitler tarafından değil halk tarafından yönlendirilen hareketlerin, virüslere benzediğini söylemek yanlış olmaz. Nasıl ki çok öldürücü bir virüs -mesela ebola virüsü- her ne kadar tehlikeli olsa da taşıyıcılarını öldürdüğü için çok fazla yayılım sağlamadığından yerel bir etki bırakıyor, tersine çok az ölümcül olan virüsler -örneğin influenza virüsü- çok fazla yayılsa dahi yarattığı tehlike düşük oluyorsa sosyal hareketler de benzer bir biçimde ilerliyor. Sosyal hareketler de şiddeti yüksek dozda uyguladıklarında daha az insana yayılıp daha az meşruiyet kazansalar da uyguladıkları şiddetle çeşitli etkiler bırakabiliyorlar. Bu tip gerilla hareketleri kısıtlı imkanlarda hızlı sonuçlar verebiliyor. Bununla birlikte daha az şiddet uygulayıp uzun vadeye yayılan hareketlerde de daha yüksek kitlelere ulaşabiliyor.

Bütün bunların yanı sıra hem dünyada hem de ülkemizde sosyal hareketlerin akıbeti ile ilgili çeşitli sorunlar bulunuyor. Sosyal hareketlerin ve bu hareketlerde kullanılan eylem repertuvarlarının o ülkenin hareket geçmişi ve kültürel yapısına uygun olduğunu söylemek mümkün. Tilly bu durumu mücadele repertuvarı (repertoire of contention) kavramı ile açıklıyor. Kendisinin de belirttiği üzere bu mücadele repertuvarları yıllara göre ciddi değişiklik gösterebiliyor. Örneğin 20. yüzyılın ortalarında çok daha yıkıcı bir eylem repertuvarı gözlemlenebilirken bütün dünyada 21. yüzyıl itibariyle ciddi bir dönüşüm yaşanıyor. Bugün, sosyal medyada yürütülen bir kampanya görme olasılığımız geçmişte gördüğümüz grev ve işgallere benzer olaylar görme olasılığından bir hayli fazla. Bunun detaylı sebep ve sonuçları ise bu yazının bağlamını bir hayli aşacaktır. Dünyanın yanı sıra özellikle de ülkemizde eylem repertuvarının nasıl olması gerektiği ve hareketlerin vasfı konusunda teorik bir tıkanmışlık mevcut gözüküyor. İktidar tüm medya kanallarını elinde tuttuğu üzere hareketleri kolayca kriminalize edebiliyor ve meşruiyet çıkmazına sokabiliyor. Buna karşın geçmişte kısıtlı kaynaklarla oluşturulan grev, işgal ya da gerilla tipi hareketler ise eskisi kadar mümkün değil. Dahası hareketlere dahil olanlar arasında dahi hareketin ne olduğuna ve neler yapılabileceğine dair birçok kuşku bulunuyor. Dünyanın genel değişimin yanı sıra bu gerçeğin oluşmasındaki en büyük etmenlerden biri ise günümüzdeki rejimi tanımlamanın zorluğu konusu. Rejimin ne olduğu tam anlamıyla tanımlanamadığı için rejime karşı mücadele yolları da nihai bir akıbet krizine girip duruyor. Böylece geriye hangi eylemin başarılı olup olamayacağına dair büyük tartışmalardan başka bir şey kalmıyor.

Bu “rejimin tanımlanması ve repertuvar sorunu” gerçekliğine bağlı olarak yaşadığımız sorun esasında bizi; Tilly, Tarrow, McAdam, Snow ve Benford gibi birçok sosyal bilimcinin de üstünde durduğu bir politik iddia (political claim) çıkmazına sürüklüyor. Rejimin ne olduğunu ortaya koyamadığımızdan nasıl yıkılacağını ya da hareketimizin politik iddiasını da aynı şekilde ortaya koyamıyoruz. Bu durum eylemlerin tamamında “Şimdi ne yapacağız?” ya da “Bu eylemin faydası ne olacak?” gibi çıkmaz sorular ortaya çıkartıyor. Politik bir iddiası olmayan eylemler ise hem eylem sırasında başıboş kalıyor hem de insanlara hareketin geleceğine ya da olası kazanımlarına dair pek de bir şey vermediğinden eylemlerin sönümlenmesine yol açıyor.

Özetlemek gerekirse sosyal hareketlerin hayatta kalması, devamını sağlaması ve gerçekten de ciddi değişim, dönüşümler yaratması için belli şartların sağlanmış olması gerekiyor. Ancak 19 Mart ile başlayan eylemlerde, eylemlerin seyrini belirleyebilecek herhangi bir öncü, örgütlü güç yoktu. Halk bir başına son derece organizasyonsuz bir biçimde hareket etmekte zorlandı. Rejim tanımlanamadığından hareketimize herhangi bir politik iddia eklenemedi. Eylemleri sürdürmek için gereken kaynaklara ya da çerçevelenmiş politik iddiaya ulaşmayı hedefleyen bir repertuvara sahip değildik. Dolayısıyla eylemlerin momentumunu koruyamadık ve hareket sönümlenip kurumsallaşmak durumunda kaldı. Bugün kurumsallaşma süreci kötünün iyisi olarak halen dahi devam ederken bizim de bu konuda yapmamız gereken büyük bir özeleştiri var. Kendimiz bu durumun iç muhasebesini aynen bu açıklıkta yapıp kendi kendimize bu durumun hesabını vermeli ve şu sorulara cevap vermeliyiz: Neden olayları sürükleyebilecek, rejimi tanımlayarak politik bir iddia oluşturup bunu çerçeveleyip halka sunacak, kitlelere öncülük edebilecek, hareketi devrimci tutacak örgütlü bir yapımız yoktu ve bu yapıyı şimdi nasıl kurabiliriz?

Maddi şartların halkı bir Cumhuriyetçi cephe altına girerek ayaklanmaya ittiği bir dönemde biz Cumhuriyetçiler olarak tarihi bir fırsat kaçırmış bulunuyoruz. Bunu bütün gerçekliğiyle kabul etmek gerekir. Cumhuriyetçilik çatısı altında gelişebilecek geniş ve güçlü bir halk hareketi fırsatını kaçırmış bulunuyoruz. Bence AKP iktidarı öyle ya da böyle bir gün iktidardan düşse dahi bizim bu fırsatı kaçırmış olduğumuz gerçekliği aklımızın bir ucunda her an bulunmalı. Şartları ve olası olayları öncesinden görmemize rağmen değerlendiremedik. Bundan sonra böyle bir fırsat gelsin ya da gelmesin, halkı yaklaşıyor olduğu çizgide bir gün birleştirebilmek adına varımızla yoğumuzla çalışmalı ve tekrar aynı hatalara düşmemeliyiz. Bu fırsat bir son olmadıysa dahi en azından bir şeylerin başlangıcı olmalı. Dolayısıyla fırsat kaçırdığımızı kabul etsek de dövünmemeli, sonu getiremediysek bile daha uzun ve zorlu bir mücadelenin başını örmek için çok ama çok çalışmalıyız.

 

Hareketin Tarafları Arkasındaki Sosyoekonomik Gerçeklikler

         Hareketin neden ve hangi saiklerle bu şekilde ilerlediğini anlamak için ise arkasındaki sosyoekonomik gerçekliklere bakmak gerekir diye düşünüyorum. Geçtiğimiz ayın sayısında Türkiye’de sermayenin tarihsel gelişiminde dört ana grup oluşturduğunu yazmıştım. Bu dört gruptan ikisi daha büyük burjuvanın seküler-muhafazakâr ya da İstanbul-Anadolu saflaşmasını temsil ederken diğer ikisi ise benzer bir saflaşmanın küçük burjuva ayağını oluşturduğunu düşünüyorum. Sermaye genel anlamıyla büyümeye, dışa açılıma ve emperyalleşmeye dayalı bir uzlaşı içerisinde olsa da “birçok sermaye” alanında rekabet işin içerisine katıldığında bu sermaye grupları arasındaki çatışmanın devam ettiğini söylemek mümkündü. Geçtiğimiz aydan bu yana yaşananlar ise bu durumun etkilerini yansıtmaya devam ediyor ve sermayenin durumunu anlamak da yaşananları anlamlandırmayı kolaylaştırıyor.

            Ekrem İmamoğlu gibi sermayenin seküler, İstanbul sermayesi kanadının hem büyük hem de küçük burjuva kesimini doğal halinde temsil eden bir potansiyel lider figürünün tutuklanması şu anda iktidarı elinde bulunduran sermaye gruplarının agresif bir tavrı olarak nitelendirmek mümkün. Elbette ki bu sermaye grupları yalnızca kendine doğal halinde yakın olan kesimleri destekliyor değiller. Öyle ki İstanbul sermayesinin en başı çeken figürleri dahi iktidar ile geçiniyorlar. Bunun “genel olarak sermayenin” tabiatı gereği çoğunlukla izlemekte olduğu yol olduğunu söylemek mümkün. Yine de bu gruplar arasındaki rekabeti reddetmek de mümkün değil. Bu durum sermayenin kendi içsel çelişkilerine çok iyi bir örnek teşkil ediyor. Her ne kadar sermaye genel anlamıyla bir uzlaşı içerisinde olsa da özellikle iktidarda bulunan sermaye gruplarından çeşitli aktörlerin bu içsel rekabette çok daha agresif bir tutum söylediğini söylemek mümkün ki böylesine cesur bir hamleye kalkışabiliyorlar.

            Bununla birlikte CHP’nin yaptığı hamlelerden anlaşıldığı kadarıyla CHP de kendini bu uzlaşının belirsiz bir süre sonrasında müstakbel sahibi olarak görüyor olacak ki genel uzlaşıyı bozma gayretine girişmeden içsel rekabette cevap vermeyi amaçlıyor. İktidar tarafının kendi içerisinde ne kadar homojen bir biçimde bu agresif tutumun tam anlamıyla arkasında durduğu bilinmezken CHP bu yaşananları iktidarın çözülümünü bekleyen, solu birleştiren, oylarını arttıran ve belki de en önemlisi iktidar içerisindeki agresif grupların işi genel uzlaşıyı bozma raddesine kadar getirmeyeceğini uman yarı pasif bir pozisyonda konumlandırıyor. CHP’nin bu durumu belli bir ölçüye kadar fark etmiş ve onların da rejimin tam bir tanımlamasını yapmamış olduğunu düşündüğümden aldıkları bu tutumu anlamlandırabiliyorum. Bu pozisyon ile kendi yerlerini sağlamlaştıran, uzlaşıyı bozmayan, zaten halihazırda düşen iktidarı bekleyerek sıkıştırmak isteyen bir CHP tablosu karşımıza çıkıyor. İşte bundandır ki CHP bir genel grev yapmaya da olayları uzun süreli huzursuzluk niteliğine taşıyabilecek hamlelere de geniş ve devrimci halk hareketleri oluşturabilecek eylemlere de pek yaklaşmıyor. Dolayısıyla yönünü hareketin kurumsallaşarak sönümlenmesine doğru çeviriyor ki bu çerçeveden bizim için kötünün iyisi olan bu durum onlar için en iyi senaryo dahi olabilir. Öyle ki Özgür Özel’de olayları “demokrasi devrimi” gibi bir zafer olarak adlandırmaktan çekinmiyor.

            Bu bahsettiklerimin hayattaki gerçek karşılığı ise aslında sırasıyla şu şekilde olmuş oluyor: Sermaye bir genel uzlaşı içerisine giriyor, iktidar son birkaç ayda buna yönelik süreçler yöneltiyor, iktidarın agresif kanatları önce belediyeler ve TÜSİAD üzerinden çeşitli hamlelerde bulunuyor sonrasında ise bu hamlelerini rakibinin en güçlü figürünü hapse tıkayarak taçlandırıyor. Bu tutuklamanın akabinde CHP halkı sokağa davet ederek önce kendi potansiyel kitlesini konsolide ediyor sonrasında ise bu eylemleri kendi genel siyasi çizgisine eklemlemeye ve eylemleri büyütmemeye çalışıyor. Eylemleri de yine rekabet alanı dahilinde özellikle de iktidar tarafındaki rakip sermaye gruplarının en yurt dışına açılabilecek, yeni nesil sayılabilecek parçalarını hedef alarak karşı hamlelerini devam ettiriyor. Öyle ki bir önceki yazıda muhafazakâr sermayenin bu girişimci grubunu tanımlarken örnek olarak verdiğim markalarla birlikte birçok bu kategoriye giren markaya boykot açıklanıyor. Bu hamle, sermayenin seküler kanadının hala kendilerinin etki alanında olduğunu belirten ve yapılan hamlelere verilen cevaplardan biri olabilecek bir hamle. Her ne kadar durum böyle olsa da sermayenin bu seküler kanadından birçok büyük sermaye sahibi ise doğrudan iktidar ile görüşmeler yapıyor ya da dolaylı yollardan boykot edilen çeşitli markalara da destek veriyor. İşte sermayenin bu çelişkili yapısı, üstteki genel uzlaşı altında yaşanan rekabet ve bu sermaye grupları rekabeti arasında şahısların da bireysel ihtiraslarının da dahil olmasıyla ortaya böyle karmaşık bir yapı çıkıyor. Şüphesiz ki en zararlı çıkan yine ve yine Türk halkı oluyor.