Sermayenin Karşısındaki Güç: Sendikalar

Daima Konu Görseli

Sendikalar; işçilerin ya da işverenlerin ayrı ayrı olmak üzere iş, kazanç, toplumsal-kültürel konular yönünden çıkarlarını korumak, yeni haklar sağlamak ve onları daha da geliştirmek amacıyla aralarında yasalar uyarınca kurdukları birliklerdir. Günümüz Türk hukukunda sendika kurma hakkı md.51 ile anayasal güvence altındadır. 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu ile 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu ile düzenlenmiştir.

Sanayi Devrimi ile çalışma koşullarına bir tepki olarak hayatımıza giren sendikal hareketin Türkiye’deki ilk örneğinin -loncaları sendikal hareketten ayırdığımızda- 1895 yılında Jön Türkler’in etkisiyle kurulup 1896’da hükümetçe kapatılan Osmanlı Amele Cemiyeti olduğunu görürüz. İkinci Meşrutiyet’in Osmanlı halkına tanıdığı toplanma ve dernek kurma hakkı sendikal süreci büyük ölçüde hızlandırmıştır. Ağustos 1908 ile Eylül 1908 aylarında çoğu yabancı şirketlerce işletilen ulaştırma kuruluşlarında olmak üzere 30’a yakın grev ilan edilmiştir. Bu tür grevleri düzenleyen işçi örgütleri arasında Bağdat Demiryolları Memurin ve Müstahdemin Cemiyet-i Uhuvvetkârisi planlılığıyla öne çıkmış, diğer işçi hareketlerine örnek olmuştur. Daha sonrasında irili ufaklı birçok sendikal hareket girişimi olmuş olsa da dönemin şartları buna el vermemiş, 20. yüzyıl ortalarına kadar sendikacılık açısından zorlu bir dönem geçirilmiştir.

Çok partili siyasetin ve kapitalizmin hızla hayatımıza girdiği 40’lı yıllarda bu eksiklik konusunda yasal düzenlemeler getirmek zaruret haline gelmiştir. Bu zaruret üzerine 1947 yılında İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanun’un yürürlüğe girmesiyle beraber yasal bir zemine kavuşan sendikacılık her ne kadar hukuki olarak tanınsa da grevin, greve teşviğin ve siyasal partilerle ilişkinin suç sayılması gibi hususlar şirin ve sermaye kontrolünde sendikalara izin verirmiş gibi yaparak işçilerin beklentisini karşılamaktan oldukça uzak kalmıştır. Bu kanunun kabulünden sonra 1952’de Türkiye’nin ilk fiili işçi sendikası konfederasyonu olan Türk-İş kurulmuş ve dağınık sendikalar ortak bir çatı atında toplanmıştır.

Türk-İş Türk sendikacılık tarihinin en tartışmalı oluşumlarından biridir. Bakıldığında baskıcı ve sermaye hizmetkarı DP’nin istismar ettiği işçi sınıfının örgütlüğünü arttırmak için kurulmuştur. Fakat kuruluşundan günümüze ılımlı bir politika seyretmiş, sınıf direnişindense “sosyal diyalog” fikriyle sermayenin taleplerini işçi sınıfına dayatmaya çalışmıştır. Amerikan sendikası AFL-CİO tarafından doğrudan lojistik ve maddi destek almış olması da ABD’nin anti-komünist hareketlerine hizmet edişini destekler niteliktedir.

40’lı ve 50’li yıllarda daha ılıman ve kontrollü ilerleyen sendikal hareket 1961 Anayasası ile büyük ölçüde hız kazanıştır. 61 Anayasası sendika kurma ve sendikaya üye olma hakkıyla beraber grev ve toplu sözleşme hakkını güvence altına almıştır.

Bu özgürlük ortamında Türk-İş’in ılıman ve reformist politikalarına katılmayan sendikalar “hak verilmez alınır” mottosuyla Türk-İş’ten ayrılarak Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK)’nu kurdu. DİSK’in kuruluş amacı, ilk genel başkanı, aynı zamanda da TİP’in kurucularından biri olan Kemal Türkler tarafından” DİSK’in amacı işçi sınıfının memleket yönetimine ağırlığını koymasını sağlamak, kula kulluğu sona erdirmek, sosyal adalet içinde yaşamının ilk koşullarını yerine getirmektir.” şeklinde açıklanmıştır.

Kurulduktan sonra hızla büyüyen DİSK; yaptığı grevlerle ve imzaladıkları toplu sözleşmelerle işçi kesiminin ve halkın sevgisini kazanmış, onlara mücadele ruhu aşılamıştır. Bu sevgi, sermaye sınıfının gözünü korkutmuş olacaktır ki senatodan işçilerin sendika seçme özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtlayan, sendika değiştirmeyi güçleştiren bir yasa geçirilmeye çalışılmıştır. Bunun sonucunda da Türkiye’nin ilk büyük çaplı işçi sınıfı eylemi olan 15-16 Haziran olayları patlak vermiştir. Bu olaylara 75.000’den fazla işçi katılmış, 5 kişi hayatını kaybetmiş ve olaylar sonucunda İstanbul’da 60 günlük bir sıkıyönetim ilan edilmiştir.

Bu olaylı yıllardan sonra 71 muhtırasıyla başlayan ve beraberinde sıkıyönetimi getiren süreç grev ve toplantı özgürlüğünü de kısıtlamış, sendikaların gücünü kırmıştır. Bu süreçte sessizliğe gömülen disk 4. genel kurulunda ''12 Mart sonrası tavrı, anayasa ve demokratik hayata aykırı yasaların iptali için uğraş vermesi, insanca ve demokratik bir çalışma hayatını gerçekleştirecek bir düzen değişikliği anlayışına yönelmesi, grevleri yasaklayan, lokavtları serbest bırakan devlet politikasına karşı çıkması, seçim bildirgesinde ‘halkının bütün fertlerinin yaşama ve çalışma koşullarının demokrasi ve özgürlükler içinde gelişmesini ve mutluluğa ulaşmasını sağlayıcı tedbirler’ getirmeyi öngörmesi, (...) DİSK 1973 genel seçimlerinde Anayasal özgürlükleri ve demokratik hakları ve uygarlıkçı bir anlayışı savunan tek parti durumunda olduğu için işçileri, köylüleri, esnafı, memurları ve tüm dar gelirli vatandaşı CHP’ye oy vermeye çağırır.” şeklinde bir bildiri yayınlayarak CHP etkisi altına girmiştir. CHP iktidarında kaldırılan sıkıyönetim tekrardan canlanan sendikal mücadeleyi de beraberinde getirmiştir. Bu mücadele anlayışı işçi sınıfında karşılık bulmuş olacak ki DİSK o yıllarda yaklaşık 600.000 üyeye sahip olmuştur.

Bu güç sadece işçi sınıflarının taleplerini duyurmakla kalmıyor aynı zamanda anti-emperyalist, anti-faşist temellere sahip bir siyaset de yürütüyordu. Bu sebeptendir ki kim olduğunu hepimizin bildiği güçler 1 Mayıs 1977 tarihinde DİSK öncülüğünde Taksim’de toplanan yarım milyon kişinin kutlamaları esnasında tetikçilerine ateş açtırmış, polisin de ortalığı alevlendirmesi sonucunda çıkan kaosta 34 kişi hayatını kaybetmiş, 136 kişi de ağır yaralanmıştır.

Sonrasında iyice alevlenen ortam önce sıkıyönetimi, sonrasında da 80 darbesini beraberinde getirmiştir. 80 darbesi sadece bir siyasi rejim değişikliği değil, doğrudan doğruya işçi sınıfına ve devrimci sendikal harekete karşı gerçekleştirilmiş bir karşı-devrimdir. DİSK başta olmak üzere devrimci sendikalar kapatılmış, yöneticileri tutuklanmış ve işçilerin tüm hak arama yolları tıkanmıştır. Bu süreçte Türk-İş gibi denetim altındaki yapılar korunsa da mücadeleci sınıf çizgisi sistemli biçimde bastırılmıştır. Bu, burjuvazinin neoliberal programlarını rahatça uygulamaya koymasının da önünü açmıştır. 90’larda KESK gibi sendikalar bu mücadeleyi tekrardan alevlendirmeye çalışmış olsa da sendikalar deniz ötesinden gelen istek üzerine ücret sendikacılığı yapan, herhangi bir siyasi duruş veya sınıfsal mücadele gösteremeyen oluşumlar haline gelmiştir yani CİA’nın çocukları “başarmıştır”.

Sonuç olarak baktığımızda sermaye sınıfın yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ulusal kurtuluş ve halkçı bir iktidar mücadelesinde özneleşmesini sağlamayı hedefleyen sendikalardan korkmuş, onları baskılamaya çalışmıştır. Yani bizi kurtuluşa ulaştıracak çözüm bellidir. İşçi sınıfı direniş kültürünün bu kadar hakim olduğu zamanda Taksim’e girmekten korkan, kırmızı görünümlü sarı sendikaların peşini bırakıp bağımsızlık, halkçılık ve sosyal adalet ekseninde yeniden örgütlenmedikçe, ne sömürü bitecek, ne de gerçek bir halk iktidarı mümkün olacaktır.