Atatürk, Kurtuluş Savaşı, Kemalizm ve Sol

Daima Konu Görseli

Prof. Dr. Barış Doster yazdı...

Solculuk en kısa, en yalın, en basit tanımıyla; emekten, eşitlikten, ezilenden, aydınlanmadan ve bağımsızlıktan yana olmayı, emperyalizme karşı çıkmayı gerektirir. Kemalizm de işgal edilmiş, yarı sömürge durumuna düşmüş bir ülkede; bağımsızlık yanlısı tüm güçleri seferber ederek, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı Kurtuluş Savaşı veren, savaştaki zaferi ulusal egemenliğe dayalı, çağdaş bir Cumhuriyet kurarak taçlandıran bir ulusal kurtuluş devrimidir. Bu yönleriyle sol ve Kemalizm arasında doğrudan, şaşmaz bir bağ vardır. Tam bağımsızlık, antiemperyalizm, eşitlik, laiklik, devrimcilik, toplumculuk, halkçılık, planlı ekonomi ikisinin de ortak özellikleridir.

Kemalizm; Türklere yönelik emperyalist bir proje, adeta bir doktrin olan Sevr’i, Kurtuluş Savaşı’yla cephelerde yırtıp attığı gibi, Doğan Avcıoğlu’nun tanımıyla “ekonomik Sevr” karşısında da çözüm önerileri olan bir ideolojidir. Bu yönüyle Atatürk, Türk Devrimi ve Kemalizm, sadece Kurtuluş Savaşı’nın başarısı nedeniyle değil, aynı zamanda bu savaşın eseri olan Cumhuriyet sayesinde de tüm ezilen dünyada, üçüncü dünyada, Atatürk’ün tanımıyla mazlum milletlerde ilham kaynağı olmuştur.

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın halkı tabandan örgütleyerek kongreler aracılığıyla işe koyulması, milleti örgütledikten sonra 23 Nisan 1920’de Ankara’da Gazi Meclis’i, Kurucu Meclis’i açması, savaşı Meclis iradesi ve idaresi altında yönetmesi de tüm diğer özellikleri yanında, katılımcılığı ve örgütlenme modeli nedeniyle demokratik bir tavırdır. Atatürk önderliğindeki Türk Kurtuluş Savaşı, emperyalizme karşı mücadelenin de milli iradeyi örgütlemenin de en seçkin, en başarılı örneklerinden birini oluşturur insanlık tarihinde.

 

Samsun’da başlayan haklı, halklı ve devrimci örgütlenme

Mustafa Kemal Paşa; 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktıktan bir hafta sonra, karargâhını Havza’ya taşımıştır ve 25 Mayıs’tan 12 Haziran’a dek çalışmalarını Havza’da sürdürmüştür. Sonrasında geldiği Amasya’da, Amasya Tamimiyle (22 Haziran 1919); kurtuluşun ve kuruluşun yöntemini, stratejisini, örgütünü bir kez daha yurda ve dünyaya ilan etmiştir:

“Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir. Hükümet, İtilaf devletlerinin tesir ve denetimi altında kuşatıldığından üzerine aldığı sorumluluğun icaplarını yapamamaktadır. Bu hal, milletimizi yok olmuş tanıttırıyor. Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır”.

Sonrasında, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde de ısrarla vurgulanacağı üzere, Amasya Tamimi; irade-i milliye, hakimiyet-i milliye, kuvayı milliye ve istiklal-i tam ruhunun nasıl hayata geçirileceğini ortaya koymuştur. Milletin azim ve kararlılığının altını çizmiştir. Milletin, geniş bir cephe halinde, tek bir çatı örgüt etrafında toplanacağının işaretini vermiştir. Milli irade; kongrelerle oluşacak, olgunlaşacak ve örgütlenecektir. Süreç en büyük, en üstün, en etkin, en yetkin, en meşru, en güçlü örgütün, yani meclisin kurulmasıyla zirveye ulaşacaktır.

İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa’nın çalışmalarını önlemek için, Reis Paşa’yı geri çağırmıştır. Olumsuz yanıt alınca da Mustafa Kemal Paşa’yı, Samsun’a çıkışından 50 gün sonra, 8 Temmuz 1919’da görevden almıştır. Mustafa Kemal Paşa, artık sivildir. Kendi sözleriyle, “sine-i millette, ferd-i mücahit olarak mücadeleye devam edecektir”.

Sarayın, İstanbul Hükümetinin, İngiliz işbirlikçilerinin gözünde “asi” olan Mustafa Kemal Paşa; halkın Sarı Paşa, Kemal Paşa, Reis Paşa, Kongreler Paşası, Çanakkale Kahramanı olarak tanıdığı bu ünlü ve karizmatik komutan, artık halk önderi olarak, sivil bir lider olarak halkı örgütleyecektir. Çıktığı yolun ne denli zorlu olduğunun bilincindedir. Her lider, her devrimci gibi gerçekçidir, örgütçüdür. Tarihin şu tunç yasasının da bilincindedir: “Silahla kurulan, silahla yıkılır”. O yüzden milleti, işgal edilen vatanını ve gasp edilen istiklalini kazanmak için, savaşa hazırlayacaktır.

 

İstanbul’un işgali ve Ankara’ya giden yol

Atatürk’ün Samsun’a çıkmasından önceki süreç, çetin bir hazırlık dönemidir. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi’nin hemen sonrasında, 13 Kasım 1918’de İtilaf Devletlerinin donanmalarının İstanbul Boğazı’na gelmesiyle, Haydarpaşa açıklarında demirlemesiyle, fiilen başlayan işgal bir süre sonra resmiyet de kazanmıştır. Sokaklarında işgal kuvvetlerinin gezdiği İstanbul; 16 Mart 1920’de resmen açıktan işgal edilecek, İstanbul’daki 5 yıllık işgal 6 Ekim 1923’te yani Cumhuriyetin ilanından 23 gün önce sona erecektir.

İstanbul’un işgali sonrasında Meclis-i Mebusan İngilizler tarafından dağıtılıp, bazı milletvekilleri tutuklanmıştır. Başından beri, meclisin İstanbul’da değil Ankara’da toplanmasını isteyen fakat bu konuda arkadaşlarını ikna edemeyen Mustafa Kemal Paşa’nın ne kadar haklı olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. O dönemde Mustafa Kemal Paşa, Ankara’da toplanacak meclis için çalışmalarını daha da hızlandırmıştır. Bu aşamada, Ankara’da açılacak olan meclisin “kurucu meclis” olarak nitelenmesini istemiştir. Ama hem siyasal açıdan hem de hukuksal açıdan getirdiği öneri, arkadaşlarının çoğunluğu tarafından kabul görmemiştir. Öyle ki Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mart 1920’de yayımladığı tebliğde “kurucu meclis” ifadesi geçtiği halde, arkadaşları itiraz etmişler ve bu ifade metinden çıkarılmıştır. Bu tebliğde Mustafa Kemal; Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin, milletin işlerini yönetmek ve denetlemek üzere toplanacağını bildirmektedir.

Mustafa Kemal Paşa, 19 Mart 1920 tarihinde vilayetlere ve kolordulara çektiği telgrafla şu acı gerçeği açıkça ortaya koymuştur: “Bugün İstanbul’u cebren işgal etmek suretiyle, Osmanlı Devleti’nin 700 senelik hayat ve hakimiyetine son verildi”.

 

Türkler, Cumhuriyete gidiyor

Mustafa Kemal Paşa’nın faaliyetlerini padişah ve İstanbul’daki hükümet kadar, İngiliz istihbaratı da yakından izlemektedir. Öyle ki, Erzurum ve Sivas kongrelerinin ardından Anadolu’daki İngiliz istihbaratı, Londra’ya şu mesajı geçmiştir: “Türkler, cumhuriyete gidiyor”. Harbiye Nezareti’ndeki sicilinde “Cumhuriyetçidir” yazan Mustafa Kemal Paşa liderliğinde toplanan Erzurum Kongresi’nde de (23 Temmuz – 7 Ağustos 1919), sıklıkla “Cumhuriyet” sözü kullanılmıştır. Bu konuda Süleyman Necati Güneri’nin hatıraları önemlidir. Keza Anadolu’daki İngiliz subayı Alfred Rawlinson’un anılarında da bu yönde bilgiler mevcuttur. 

Sivas Kongresi (4 – 11 Eylül 1919); hem delegeleri hem kararlarıyla ulusal bir kongredir. Anadolu’daki tüm yurtsever, millici, işgal karşıtı örgütler, direnişe geçmiş yapılar, tek bir çatı altında, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti çatısı altında toplanmıştır. “Manda ve himaye kabul edilemez” denmiştir.

Anadolu hareketinin hızla büyümesi, gelişmesi, tabanını genişletmesi ve örgütlenmesi, İngiltere’nin hemen ardından ABD’nin de dikkatini çekmiştir. Nitekim ABD’li General Harbord; hem Anadolu’da bir Ermenistan devleti kurulup kurulamayacağını araştırmak hem de Anadolu Hareketi hakkında bilgi toplamak için çalışmalar yapmıştır. Bu kapsamda Sivas’a gelmiş, Mustafa Kemal Paşa’yla da görüşmüştür. General Harbord; İngilizlere kafa tuttuğu için, başlangıçta hayalci, maceracı bir komutan olarak gördüğü Mustafa Kemal Paşa’yla yaptığı 2,5 saatlik görüşme sonrasındaki gözlemlerini, ABD Kongresi’ne bir rapor olarak sunmuştur.

ABD’li generalin, Mustafa Kemal Paşa’ya “Ya başaramazsanız, sonu ne olacak?” şeklindeki sorusuna, Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği yanıt, büyük devrimcinin cesaretini, iradesini, özgüvenini ve kararlılığını yansıtmaktadır:

“Bir millet, varlığını ve istiklalini korumak için düşünülebilen teşebbüs ve fedakârlığı yaptıktan sonra, muvaffak olamazsınız demek, o milleti ölmüş saymaktır. Millet yaşadıkça, fedakârlığa katlandıkça, muvaffakiyetsizlik söz konusu olamaz. İngilizlerin avcunda bir kuş gibi çırpınmaktansa, şerefimizle çarpışarak ölürüz”.

Kongrenin bittiğinin ertesi günü, 12 Eylül 1919’da, Sivas Kongresi Heyeti Temsiliyesi, Anadolu ve İstanbul arasındaki telgraf iletişimini kesmeye karar vermiştir. İstanbul Hükümeti tarafından gönderilen telgraflar, artık telgrafhanelere alınmayacaktır. Bu karar şu anlama gelmektedir: Osmanlı topraklarında artık ikili bir iktidar söz konusudur. Bunlardan biri işgal altındaki İstanbul’da, diğeri Kurtuluş Savaşı veren Anadolu’dadır. Bu da tarihsel bir tunç yasasıdır. Marx’ın dediği gibi, “Her savaş, aynı zamanda bir iç savaştır”.

 

Gazi Meclis ve mili egemenlik

Uzun bir hazırlık süreci ve toplanan kongrelerin ardından Ankara’da 23 Nisan 1920 Cuma günü, saat 14.00’te açılan Meclis, ulusal egemenlik düşüncesinin zirvesi ve ete kemiğe bürünmesidir. Meclisin, 20 Ocak 1921’de kabul ettiği ilk anayasa, yani Teşkilatı Esasiye Kanunu da siyaset biliminde ve hukuktaki ikili iktidar döneminin anayasal boyutunu ortaya koymuştur. Çünkü o dönemde İstanbul’da da bir iktidar vardır.

1920’de Ankara’da Meclis’in açılmasıyla birlikte artık ülkede resmen ve fiilen ikili iktidar, çift başlı devlet yönetimi söz konusudur. Ankara’daki bir meclis, İstanbul’daki meclisin bir anlamda seçeneği, bir anlamda devamı olduğu gibi, bir anlamda da ondan devrimci bir kopuşu temsil eder. Çünkü İstanbul Hükümetine karşı Ankara Hükümeti, saltanata karşı Ankara’daki Meclisin devleti vardır artık. Anadolu hareketinin, Ankara hükümetinin, TBMM devletinin, Kuvayı Milliyecilerin, Müdafaa-i Hukukçuların da bir devleti, hükümeti ve anayasası vardır.

Anadolu’da, İstanbul’da ve özellikle Londra’da pek çok kişi, anayasa yapmanın devlet kurmak anlamına geldiğini bilmektedir. Yeni bir devletin kurulmakta olduğunu, bu devletin yönetim şeklinin ulusal egemenliğe dayanan bir cumhuriyet olacağını görmektedir. Mesela Erzurum Mebusu olarak Meclise seçilen Hoca Raif Efendi (Raif Dinç), Ankara’dan Erzurum’a dönüşünde, 15. Kolordu Komutanı Kazım Paşa’ya (Kazım Karabekir), üzgün bir ifadeyle, Ankara’da Cumhuriyete gidildiğini söylemiştir. Kazım Paşa da Mustafa Kemal Paşa’ya, Hoca Raif Efendi’nin söylediklerini anlatan bir telgraf çekmiştir.

Olağanüstü koşullarda, olağandışı şartlarda kurulmuş Meclis, hakimiyeti milliye ilkesini hayata geçirmiştir Anadolu’da. O meclisin yaptığı anayasa da yürürlüktedir, 1876 tarihli Kanun-i Esasi de. Zaten 1876 tarihli Kanun-i Esasi (ki 1909 yılında anayasada önemli değişiklikler yapılmıştır, bu ilk değişikliktir, sonrasında beş kez daha değişiklik yapılacaktır), 1921 ile 1924 arasında kısmen yürürlükte olmak durumundadır. Çünkü İstanbul’da işgal altında da olsa bir hükümet vardır ve şeklen de olsa varlığını koruyan İstanbul Hükümeti, Kanun-i Esasi’ye bağlıdır.

1921 Anayasası’nın ilk maddesi; egemenliğin kayıtsız koşulsuz millete ait olduğunu, ikinci maddesi yasama ve yürütme yetkisinin Büyük Millet Meclisi’ne ait olduğunu hükme bağlamıştır. Üçüncü madde ise Türkiye Devleti’nden bahisle yeni bir devletin işaretini vermiştir. Ancak Türkiye Devleti denmekle birlikte, bu yeni devletin yönetim şekline, rejimine ilişkin açık bir hüküm yoktur.

Şunu da belirtmek gerekir; İstanbul'da toplanan son Meclis-i Mebusan tarafından 28 Ocak 1920 tarihinde oybirliğiyle kabul edilen, 17 Şubat tarihinde de kamuoyuna duyurulan Misak-ı Milli; özü itibariyle Osmanlı Devleti’ni görmezden gelmekte, bir başka ifadeyle, yeni devletin, Türkiye Devleti’nin kurulmakta olduğuna işaret etmektedir. Nitekim 1920’de Ankara’da açılan Meclis; savaş yapan, devlet kuran bir meclistir. Milletvekillerinin bir kısmı, son Osmanlı Meclis-i Mebusan üyeleridir. İlk Meclisin ilk kanunu, Ağnam Vergisidir (küçükbaş hayvanlardan alınan vergi). Bu kanun, son Osmanlı Meclisi Mebusan’ının çıkardığı son kanundur. Bu yönüyle simgesel olarak da bir devamlılığa işaret eder.

 

Gazi Meclis’in ruhu

Gazi meclis; meşruiyetini hem güttüğü davanın kutsallığından hem hedefinin yüceliğinden hem de cephede kazandığı zaferlerden almıştır. Cumhuriyeti kurarak hem yeni devletin kuruluşuna imza atmış hem de egemenliğin kökünü, kaynağını, anlamını, işlevini değiştirmiştir. Egemenliği gökten yere indirmiş, dini olmaktan çıkarıp dünyevi kılmış, sultandan alıp millete vermiştir. Bir diğer ifadeyle, 29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen Cumhuriyetle birlikte; aslında 23 Nisan 1920’de doğan çocuğa adı verilmiştir. 1920’de fiilen kurulan devletin adı ve rejimi, resmen 1923’te konulmuştur.

23 Nisan 1920’de kurulan Meclisin resmi adında “Türkiye” ibaresi yoktur. Büyük Millet Meclisi denmiştir. Lakin Mustafa Kemal Paşa; konuşmalarında Türkiye Büyük Millet Meclisi dediği gibi, resmi olarak da ilk kez 8 Şubat 1921 tarihli Bakanlar Kurulu Kararnamesi’nde “Türkiye Büyük Millet Meclisi” denmiş, bu ifade kalıcı hale gelmiştir. Büyük Millet Meclisi hükümetinin imzaladığı ilk uluslararası antlaşma olan ve 3 Aralık 1920 tarihinde Ermenistan’la imzalanan Gümrü Antlaşması’nda Türkiye Büyük Millet Meclisi adı kullanılmıştır. 1 Mart 1921’de Afganistan ve 16 Mart’ta Rusya’yla imzalanan dostluk antlaşmalarında da yine Türkiye Büyük Millet Meclisi adı vardır.  

Birinci Meclis’in üyeleri; Anadolu’dan binbir zorlukla, bir kısmı at sırtında, bir kısmı yürüyerek, sırtlarında yorganlarıyla, çantalarında erzak taşıyarak gelen milletvekilleridir. Meclis; sobayla ısınan, gaz lambasıyla aydınlanan, sıraları Ankara’daki bir okuldan ödünç alınan, kürsüsü yurtsever bir marangozun hediyesi olan bir meclistir.

 

Devlet kuran devrimci meclisteki tartışmalar

Türk Ordusu’nun 9 Eylül 1922’de İzmir’e girmesi, İstanbul’un da işgalden kurtulacağının habercisi olmuştur. Bu zaferden sonra, siyasal tartışmalar, Meclisin görev ve sorumlulukları, siyaseten nasıl bir yol izleneceği daha fazla öne çıkmıştır.

Birinci Meclis döneminde, Türkiye’nin koşulları, savaş şartları gereği, kuvvetler birliği ilkesi uygulanmıştır. Bakanlar, meclis içinden seçilmiştir. Meclise karşı sorumlu tutulmuştur. Meclis adına görev yapmıştır. Yürütme organı olarak sorumluluk almıştır. Bakanlar kuruluna da İcra Vekilleri Heyeti denmiştir. O nedenle siyasi tarih, askeri tarih boyutu yanında, kamu hukuku, idare hukuku açısından da önemlidir o döneme ilişkin gelişmeler. Birinci Meclis Dönemi, 23 Nisan 1920 ile 15 Nisan 1923 arasını kapsar ve sadece siyasal rejim açısından değil, hukuk rejimi açısından da hukuk tarihi ve anayasa birikimi açısından da çok önemlidir. Kamu hukukunun temelleri o dönemde atılmıştır.

Gazi Meclis; savaş koşullarında, işgal koşullarında anayasa yapmıştır. 1921 anayasasını kabul etmiştir. Bu anayasa özel koşulların ürünüdür ve kısa ömürlüdür. Meclisin açılmasından 9 ay sonra, devletleşme adımları arasında özel, özgün, öncü bir yeri vardır. Meclis; siyasal katılımı, ulusal egemenlik fikrini hayata geçirmiş, çok sert müzakerelerle en güçlü demokrasinin örneklerini vermiş, çok sesli bir meclistir. Vekiller, öncelikli görevlerinin vatanı işgalden kurtarmak olduğunun bilincinde olan çok cesur ve yiğit kişilerdir. İktidar, meclis hükümeti olarak anılmıştır.

Savaş koşullarında sadece işgalden kurtuluş ve yurt savunması değil, pek çok konu görüşülmüş, gerekli yasalar çıkarılmıştır. Mesela, düşman işgalinde kalan yerlerden Ankara hükümetine sığınan memurlar ve ailelerinin durumu, bu memurların hangi esaslara göre, hangi kadrolarda görev alacağı, işgal altında olan yurt topraklarında mahkemelerin dava dosyalarının akıbeti, bu mahkemelerin verdikleri kararların uygulanıp uygulanmayacağı, eğitim ve sağlıkla ilgili yapılan düzenlemeler, öğretmen ve öğrencilerin askerlik hizmetlerinin tecil edilmesi, Orman Mektebi kurulması, zirai işlerde ve kömür madenlerinde çalışanların askerlik hizmetlerinin tecil edilmesi, salgın hastalıklarla mücadele için komisyon kurulması bu konular arasındadır.

 

Atatürk’e göre Osmanlıcılık mümkün müydü?

Gazi Mustafa Kemal Atatürk; Osmanlıcılığı hiç inandırıcı, hiç uygulanabilir, hiç gerçekçi bulmamıştır. Tanzimat Osmanlıcılığına da ittihadı İslam fikrine de karşıdır. Osmanlı Devleti’nde kabinede sivil ve askerlerin birlikte çalışması, harbiye nazırı ve bahriye nazırının olması, asker kökenli çok sayıda sadrazamın bulunması, genç cumhuriyetin ders çıkardığı konular arasındadır.

Atatürk; toplumu yönlendiren, toplumu aynı zamanda eğiten bir öğretmen olarak da öne çıkan bir liderdir. Osmanlı Ordusu’nda görev yapan Alman General Goltz da subaylara askerlikten fazlasını yapmalarını, toplumsal öncü olarak kendilerini yetiştirmelerini söylemiştir. O kuşakta pek çok önemli komutanda vardır bu nitelikler. Örneğin Enver Paşa; alfabe reformu üzerine çalışmıştır. Cemal Paşa Şam’da, Beyrut’ta büyük bulvarlar yapmış, örnek çiftlikler kurmuştur.

Atatürk’te, Fransız Devrimi’nden beri dikkat çeken Cumhuriyetçi bir ruh vardır. Düşünsel altyapısı, arka planı, hazırlığı çok güçlüdür. Çok planlı hareket etmiştir. Cumhuriyetçilik Atatürk’e göre; bir rejim türünden fazlasıdır, bir ruhtur, bir değerler, ilkeler bütünüdür. Askeri zaferden sonra aynı yıl saltanat da kalkınca, zaten Cumhuriyete gidiş iyice anlaşılmıştır. Önce askeri zafer, ardından da diplomatik zafer gelince, işgalci düşman yurttan atılınca, Atatürk; siyasal mücadeleyi verecek güçlü bir partinin, devrimleri halka anlatacak bir yapının, yani partinin tanımını şöyle yapmıştır: “Devrimin siyasal örgütü”.

Kısacası, tarihin bir kırılma noktasında, ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte bir altüst oluş sürecinde, Birinci Cihan Harbi sonrasında, milletleşirken devletleşen ve devletleşirken de milletleşen Türk halkı, kutsal bir isyanla, devrimci bir iddiayla, milli bir inatla ve yüce bir inançla, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı savaşarak vatanını kurtarmış, devletini kurmuştur. Savaş ve devrim iç içe geçmiş, birlikte, aynı anda yapılmıştır. Savaş, antiemperyalist Kurtuluş Savaşı, devrim aydınlanma devrimidir. İkisinin de temeli, ruhu, özü ulusal egemenliğe ve tam bağımsızlığa dayanmaktadır.