Geleceği Politikleştirmek
İbrahim Berkan Karataş yazdı...
Gelecek, sıradan bir takvim yaprağı gibi tarafsız, doğal ve önceden belirlenmiş bir zaman dilimi olarak görülür; oysa henüz yaşanmamış, belirsizlik ve olasılıklarla dolu, toplumsal güçlerin ve tahayyüllerin sürekli yeniden kurulduğu, potansiyel olarak şekillendirilebilir bir meydandır. Bugün içinde bulunduğumuz emperyalist, neoliberal kapitalist ve tüketim odaklı düzen, geleceği basitçe elimizden çalmış, onu ticarileştirilmiş bir meta haline dönüştürmüştür. Teknolojik yeniliklerin ışıltısı ve pazarlama stratejilerinin cazibesiyle süslenen bu geleceğin imgesi, derin yapısal eşitsizliklerin, ekolojik krizlerin ve devam eden şiddetin gölgesinde anlamını yitirmektedir. Böyle bir bağlamda sorulması gereken temel soru şudur: Gelecek, gerçekten bizim kolektif tahayyülümüzün özgürleşmesi için örgütsel bir alan olabilir mi yoksa tarihin dayatılmış sınırları içinde çaresiz bir tekrar mıdır? Bu sorunun önünde durmak, geleceği yeniden politikleştirmek, yani yarını bugünün siyasal mücadelelerinin merkezine yerleştirmek, günümüz belirsizlik endüstrisinde hiç olmadığı kadar stratejik bir atılımdır.
Mütehakkim sistemler, artık varlıklarını neredeyse inkâr edercesine, “Ben burada yokum” der gibi davranır; ama tam da bu görünmezlik oyunuyla, usulca ve ısrarla “en mantıklısı bu” ideolojisini kulağımıza fısıldamaktan da hiç vazgeçmezler. Adeta evrensel tekil gerçeklikmiş gibi başka hiçbir alternatifin mümkün olmadığı bir zorunluluk kurgusunu dayatırlar. Bu yüzden, geleceği tartışmak giderek anlamsızlaşır; çünkü tüm olasılıklar mevcut egemen düzenin sınırları içinde kurgulanmak zorunda kalır, yeni tahayyüllerin önüne tarihsel bir tıkanıklık çekilir. Düşünün, bir dostunuz var; sürekli “ya olmazsa” kaygısıyla kendi iç dünyasında sıkışıp duruyor, geleceğe dair umutlarını sessizce ertelemek zorunda kalıyor. Bu hal artık sadece bireysel bir tedirginlik değil; toplumun geniş bir kesimi, tarihsel ve yapısal baskılar altında, geleceği tahayyül etmekte giderek daha temkinli, hatta çekimserleşmiş durumda. Hayal kurmak, salt kişisel cesaret meselesi olmaktan çıkıp sistemin sınırlarıyla örülmüş kolektif bir dirençle karşılaşıyor. En geniş umutlarımız bile mevcut düzenin biçimlendirdiği sınırlar içinde şekilleniyor; dolayısıyla hayal gücümüzün ufku, bu yapısal kısıtların dışına çıkmakta zorlanıyor. Tıpkı küçük bir odada sıkışıp kalmış ve odanın dışını göremeyen biri gibi ufkumuz daralmış, sınırlandırılmış durumda. Bu durumu besleyen temel güçlerden biri, emperyalist-kapitalist tüketim toplumunun kültürel hegemonyasının tahakkümüdür. Egemenler, kendi iktidarını ve çıkarlarını meşrulaştıran, dönüştürülmesi mümkün olmayan bir gelecek tahayyülünü hegemonik norm olarak dayatırlar. Sinemadan reklamlara, popüler kültürün her alanında dolaşıma sokulan “parlak yarın” imgeleri, aslında mevcut güç ilişkilerinin ve sosyal hiyerarşilerin derinlemesine sorgulanmadığı, aksine yeniden üretildiği ideolojik kurgulardır. Geleceğe dair bu yaygın imgeler, teknolojik ilerlemeyi ve materyalist gelişmeyi salt bir ilerleme olarak sunar; daha yüksek gökdelenler, hızlı araçlar, yapay zekâ destekli asistanlar gibi yüzeysel yeniliklerle geleceği tanımlar. Ancak bu teknolojik ütopyaların arka planında, yapısal eşitsizlikler, sömürü mekanizmaları veya sınıf çatışmaları görünmez kılınır. Böylece geleceğin politik alanı, sahte bir tarafsızlık ve evrensel iyimserlik kalkanıyla kuşatılarak başta öz-refleksiyon olmak üzere, eleştirel düşüncenin ve radikal dönüşümün dışında bırakılır.
Elbette, bu “geleceksizlik” hissinin toplumsal yansımaları derindir ve özellikle genç kuşaklar üzerinde ağır bir baskı mekanizması olarak işler. “Gelecek” kavramı, onlar için artık umut ve imkânın değil, kaygı, belirsizlik ve sistematik engellemelerin sembolü haline gelir. İklim krizinin yol açtığı ekolojik felaket tehditleri, ekonomik istikrarsızlık, derinleşen gelir adaletsizliği, küresel çatışma olasılıkları gibi çok katmanlı krizler, gençlerin gelecek tasavvurunu parçalamaktadır. Yine eğitimden iş piyasasına, konut edinmeden sosyal hareketlere kadar gençliği çevreleyen yapısal engeller, onların hayatlarını sürekli bir tatminsizlik ve belirsizlik döngüsüne hapseder. Bu baskılayıcı sistem, onların yalnızca “varoluşsal bir an” olarak bugünle yetinmelerine, dolayısıyla politikadan, toplumsal değişimden uzaklaşmalarına sebebiyet verir. Siyasetin ufku daraldıkça ve karar alma mekanizmaları giderek daha da tekelleşince gençler kendilerini küçülen bir alanda, bireysel çıkar ve korunma refleksiyle sınırlarlar. Toplumsal hayal gücünün körelmesi, bugünün yapısal krizlerine yanıt verecek kolektif ve radikal çözümlerin üretilmesine ket vurur; böylece kitleler, büyük idealler ve dönüşüm umutları yerine, tüketim kültürünün rahatlatıcı illüzyonları ve geçici tatminleri arasında sürüklenir. Aynı zamanda, borç batağına saplanmış gençler ekonomik şiddete maruz kalarak bağımsızlıktan yoksun bırakılır; bu durum hem maddi hem de psikolojik bir edilgenlik halini besler. Borç yükü, bireysel inisiyatifi kısıtlar, geleceğe dair risk alma ve mücadele etme kapasitesini zayıflatır. Sistem, bu halet-i ruhiyeyi kendi devamlılığı için bir araç olarak kullanır; gençlerin geleceği sorgulamaması, eleştirel/radikal farkındalıklarını yitirmesi, mevcut düzenin sürekliliğini garanti altına alır. Dolayısıyla bu “geleceksizlik” sadece bireysel bir karamsarlık değil, hegemonik bir kontrol ve disiplin mekanizması olarak işlev görür.
İçinde bulunduğumuz tüketim odaklı düzende, hayal gücü adeta metalaştırılmış durumda. Gelecek tasavvuru, market raflarında satılan bir ürün gibi paketlenip sunuluyor. Şirketler “geleceği bugünden yaşayın” sloganlarıyla, yeni teknolojileri ve ürünleri birer kurtuluş vaadi olarak pazarlıyor. Bu sayede, insanların yarın için düş kurma yetisi yerine, yeni bir eşyaya sahip olma arzusu körükleniyor. Tüketim kültürü, bizleri anı tüketmeye odaklıyor; geleceği ise ancak bir sonraki alışveriş döngüsünün devamı olarak düşünmeye itiyor. Bu kısır döngüsel kültürel atmosferde hayal gücümüzün ufku daralıyor. Oysa hayal gücü, insana mahsus en devrimci yetilerden biridir. Var olanla, olması muhtemel arasındaki o ilişkinin köprüsünü kurar; mevcut sınırları aşarak yeni dünyaların ve olasılıkların kapılarını aralar; yani onu dönüştürme ve yeniden şekillendirme iradesinin kaynağıdır. Geçmişte büyük toplumsal dönüşümler, önce hayal ederek “başka bir dünyanın” mümkün olduğuna inanarak başladı. Bugün ise piyasanın tekdüze sesleri arasında, bu yaratıcı düş gücü köreltiliyor. Günümüzde adeta bir umut krizi ile bir hayal krizi de yaşıyoruz. İnsanlar daha iyisini hak ettiklerini düşünemez hale getirildiğinde, statükoya razı olmaları kolaylaşır. Nitekim kapitalist kültür, bireysel başarıyı yücelten ve tüketim temelli mutlulukları idealize eden anlatılarla, kolektif tahayyülün ve ortak gelecek inancının üzerini örter. Bu kültürel kodlamalar, başarıyı kişisel çaba ve rekabetin sonucu olarak sunarken, toplumsal eşitsizlikleri, yapısal engelleri ve dayanışmanın gücünü görünmez kılar. Tüketim yoluyla sunulan geçici hazlar, derin ve kalıcı bir aidiyet duygusunun yerini alır; bireyler, kişisel tatmin ve tüketime odaklanmaya zorlanırken, toplumsal bağların ve ortak mücadelelerin önemi geri plana itilmiş olur. Böylece egemen tüketimci kültür hem maddi hem de siyasal iradenin düşsel sınırlarını da daraltan bir hegemonya işlevi görür.
Tüm bu koşullar altında “umut”, edilgen bir bekleyiş olmaktan çıkıp eyleme dökülmesi gereken bir kavrama dönüşüyor. Umudu politikleştirmek, geleceği geri kazanmanın belki de en güçlü yoludur. Bu durum, kuru bir iyimserlik yaymak değil; bizzat umudu kolektif bir eylem gücüne dönüştürmek demektir. Umudu politikleştirmek, insanların birlikte düş kurmasını, ortak hedefler etrafında birleşmesini sağlamak demektir. Tarih boyunca ezilenler, umudu yitirmedikleri için ayağa kalkıp yeni dünyalar kurdular. Bugün de ihtiyacımız olan, umudu soyut bir kavram olarak değil, elle tutulur bir mücadele olarak görmektir. Geleceği politikleştirmek, aynı zamanda hafızayı ve bilinci tazelemek anlamına da gelir. Unutmak, iktidar sahiplerinin en büyük silahlarından biridir. Dünküler hafızalardan silinirse, yarın için verilen kavgalar da anlamsızlaşır. Bu yüzden geçmiş mücadele deneyimlerini, kazanımları ve yanılgıları hatırlamak, onları yeni kuşaklara aktarmak büyük önem taşır. Nostalji, burada basitçe geçmişe özlem ya da basit bir anma biçimi olmamalıdır; aksine, geçmişin devrimci mirasını yüceltirken, onu eleştirel bir bilinçle kavrayarak bugünün mücadelelerine güç ve yön veren bir siyasal araç haline getirmelidir. Söz konusu miras, öyle alelade tarihsel bir referans değil; kolektif direnişin ve yeni tahayyüllerin inşasında canlı bir kaynaktır. Böylece geçmişin zaferleri ve başarısızlıkları, geleceğe dair umut ve strateji üretme kapasitemizi beslerken, nostalji de pasif bir özlemden çok, aktif bir siyasal enerjinin kaynağına dönüşür; geçmişle geleceği birbirine bağlayan dinamik bir köprü işlevi görür, tarihsel deneyimlerin ışığında geleceğin mümkün yollarını tasarlamamıza olanak tanır. Geleceğin siyaseti, bir bakıma hafızanın da siyasetidir. Geçmişin ışığında yarınları aydınlatmak, geleceği elde etmek için atılacak sağlam adımlara zemin hazırlar. Elbette geleceği politikleştirmek soyut bir fikir olarak kalamaz. Onun pratik karşılığını bulması gerekir. Bu da somut politikalar, örgütlü hareketler ve dayanışma ağları inşa etmekle mümkün.
İklim adaleti için, hukukta eşitlik talebiyle ya da dünya çapında yükselen özgürlük hareketlerinde sokağa çıkan gençler, geleceği politikleştirmenin somut ve etkili pratik örnekleridir. Burada entelektüel mücadeleyi sadece üniversite salonları, bilimsel çalışmalar ya da akademik tartışmalarla sınırlamak eksik kalır; gerçek entelektüellik, toplumsal mücadele ve dönüşümün olduğu her alanda kendini gösterir, birlikte öğrenilir. Sokaklarda yükselen sesler, direnişin ve kolektif bilincin üretildiği canlı mekanlardır. Entelektüel pratik, düşünceyle eylemin kesiştiği yerde, bu sahalarda filizlenir; bireysel değil, kolektif bir bilinç, bir taraf ve bir irade üretir. Bu anlamda, adaletsizliğe karşı mücadele eden herkes, dönüştürücü bir entelektüel konumuna sahip olabilir; zira gerçek bilgi ve güç, toplumun kendi kaderini şekillendirme iradesinde ortaya çıkar. Ancak bu durum, mücadelenin otomatik olarak haklı ve dokunulmaz olduğu anlamına gelmez. Her eylem, kendi araçları, yöntemleri ve sonuçları bağlamında sürekli olarak eleştirel bir sorgulamaya tabi tutulmalıdır. Sol popülizmin tuzaklarına düşmeden, mücadeleyi sadece kitlelerin geçici hoşnutluğunu sağlamak için araçsallaştırmak yerine, daha derin bir toplumsal dönüşümün olanaklarını açmak için sürekli kendini yenileyen ve dönüştüren bir pratik olarak görmek gereklidir. Dolayısıyla entelektüel sorumluluk hem toplumsal değişimi savunmak hem de o değişimin biçimini, sınırlarını ve olası paradokslarını sorgulamaktan geçer. Bu mesuliyet, “başka bir gelecek istiyoruz” diyerek mevcut karar alma mekanizmalarını zorlar ve statükoya meydan okur. Halkların kendi geleceklerine sahip çıkması, yüzeysel katılımın ötesinde, kararların öznesi olmayı ve süreçlerin gerçekten eşitlikçi biçimde şekillenmesini gerektirir. Çünkü geleceğin inşası, salt mevcut yapılar içinde değil, bu yapıların sınırlarını zorlayarak halkın sesinin gerçekten duyulduğu ve dikkate alındığı bir zeminde mümkün olur. Bu nedenle, yarının tasarımında söz sahibi olmak, sadece formalitelerle sınırlı kalmayan, hakiki bir ortaklık ve çoğulcu etkileşimin ürünü olmalıdır.
Tüm bu tartışmalar tek bir noktada düğümleniyor: Gelecek, üzerinde uzlaşılmış bir kader değil; uğruna mücadele etmemiz gereken bir potansiyeldir. Yarınları geri kazanmak da onları şimdinin karanlık gölgesinden çekip çıkarmak anlamına gelir. Böylesi bir bakış açısıyla geleceğe yaklaşmak, onu kaderci bir kabullenmeden çıkarıp kolektif ve aktif bir projeye dönüştürmek demektir. Bugün bizleri edilgenliğe mahkûm eden “başka seçenek [gelecek] yok” fısıltısına karşı, gerçek alternatiflerin varlığını ortaya koymak zorundayız. Şirketlerin ve siyasal elitlerin çizdiği kader tasarımlarına boyun eğmek yerine, kendi kolektif kaderimizi tasarlamak önceliğimiz olmalıdır. Bu inşa süreci, ancak siyasal farkındalık, örgütlü dayanışma ve ortak tahayyüller etrafında birleşme ile mümkün kılınabilir; tabiri caizse toplumsal bir meşruiyet inşa edilerek kazanılabilir. Eğer geleceği siyasal bir mesele olarak yeniden sahiplenmezsek, başkaları onu bizim adımıza, çıkar ilişkileriyle şekillendirilen apolitik bir biçime hapseder. Bu ise çoğunlukla egemen siyasetin lehine, halkın aleyhine sonuçlar doğuracaktır. Oysa düş gücünü kuşanmış bir halk, yarınını teslim alır ve onu hakça, özgürce şekillendirir. Geleceği politikleştirmek, özünde emekçi halkın kendi rotasını eline almasıdır. Umudun politik bir eyleme dönüştüğü, hayalin kolektif bir ufuk çizdiği bir dünya mümkündür. Yeter ki bugünden başlayarak yarını bir mücadele alanı olarak görelim, onu hayallerimizle yoğurarak inşa edebileceğimizi unutmayalım. Son tahlilde, geleceği politikleştirmek, karamsarlığa karşı bir direnç ve hayalsizliğe karşı bir isyandır. Hâkim paradigmanın “doğal” ve değişmez olduğu yönündeki hegemonik anlatıya meydan okuyarak geleceği yeniden kolektif hayal gücümüzün ve siyasal irademizin denetimine almalıyız. Bu yalnızca teorik bir duruş değil, aynı zamanda somut bir politik çağrıdır; güç ilişkilerinin yeniden şekillendiği, toplumun kendi kaderini tayin ettiği bir sürecin zorunlu ifadesidir. Gelecek, onu -kolektif olarak- kimin hayal edip şekillendireceğine bağlıdır. Bu nedenle, yarının tasarımını bugünden üstlenmek zorundayız; geleceği salt bir beklenti olmaktan çıkarıp kolektif bir özgürleşme pratiğine dönüştürmek halkın sorumluluğundadır.