Behice Boran: “Bir Çocuk Gibi Şaşarak Yaşamak”

Daima Konu Görseli

Gökhan Atılgan yazdı...

Yazarının izniyle ve kısaltarak yayınladığımız bu makale ilk kez şu kaynakta yayınlanmıştır: Kadın Özel Arşivlerinde 40 Kadın 40 Hayat, Ed. Ayşegül Sönmezay (İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2022), 637-677.

 

“Yine de güzel şey yaşamak, … Bir çocuk gibi şaşarak yaşamak …”[1] Sakarya Cezaevi’nde tutuklu bulunan Behice Boran, 1 Mart 1974’te arkadaşı Munise Aren’e, oğlu Dursun’a birkaç gün önce yazdığı mektupta yer alan bu tümceyi alıntılıyordu.

Behice Boran bu satırları yazdığında 64 yaşındaydı. Genel Başkanı olduğu Türkiye İşçi Partisi (TİP) kapatılalı üç yıl kadar olmuş, başta kendisi olmak üzere yoldaşlarının çoğu hapsedilmişti. Bu üç yıl mahkemelerle, savunmalarla, bir cezaevinden ötekine nakledilmekle geçmişti. 12 yıl önce başladığı aktif siyasi yaşamında mitinglerde nutuklar söylemiş, dergilerde yazmış, kahvehanelerde halktan insanlarla buluşmuş, parlamento kürsüsünde konuşmalar yapmış, seminerler vermiş, partisine yönelen saldırılara göğüs germiş, eşsiz basiretiyle faşizmin gelişini görmüş ve öngördüğü faşizm tarafından hapse yollanan tek siyasi parti başkanı olmuştu. Ama kapatıldığı hapishaneden, delikanlılık çağındaki oğluna iyimserlikle “yine de bir çocuk gibi şaşarak yaşamanın” güzel olduğunu yazıyordu…

Türkiye’de sosyal bilimler tarihinin gelmiş geçmiş en ışıltılı simalarından birinin haksızca kapatıldığı cezaevinden hayata iyimserlikle, ümitle ve sevgiyle bakabilmesinin nedenleri olmalıydı. Behice Boran, bu nedenleri 64 yıllık ömrü boyunca biriktiregelmişti ve 13 sene daha biriktirecekti. İşte tam bu noktadan önce geriye gidip sonra da ileriye doğru adımlar atarsak Behice Boran’ın hayat çizgilerini belirginleştirmiş oluruz.

Soyadı Kanunu’ndan önceki adıyla Behice Sadık, 10 Kasım 1910’da Bursa’da doğdu.[2]Bursa’da başladığı iptidaiyi (ilkokul), şehrin Yunanlılar tarafından işgali üzerine aile Temmuz 1920’de İstanbul’a göçünce burada, Fransız rahibe okulunda tamamladı. Arnavutköy’deki Amerikan Kız Koleji’nin üç yıllık orta kısmından 1927’de birincilikle mezun oldu. Amerikan Kız Koleji’nin dört yıllık lise kısmını ise yine birincilikle 1931’de bitirdi.[3] Bu okulun her iki kısmını da birincilikle bitirmek büyük bir başarıydı; bu durum öğretmenlerinin de dikkatini çekti ve aşağıda göreceğimiz gibi Behice Boran’ın hayatının dönüm noktalarından birine vesile oldu. Yıllar sonra annesine yazdığı bir mektupta “sizin koleje beni son altınları bozdurarak gönderdiğinizi unutmuyorum” diyecekti.[4]

Amerikan Kız Koleji’nden mezun olduğunda daha 21 yaşında, yoksul bir ülkeyi kalkındırmak ve geri bir memleketi uygarlaştırmak ülkülerini kuşanmış bir genç yurtseverdi. Kadınların kamusal hayatta pek görünemediği, yüzlerini ancak güzellik yarışmalarında kamuya gösterebildikleri, genellikle erkeklerin gölgesinde kaldıkları bir devirde 21 yaşındaki genç yurtsever geleneksel kozanın dışına fırlamış; zekâsı, çalışkanlığı, duyarlığı ve sosyalliğiyle dikkatleri üzerine çekmişti. Erkek egemen bir dünyada aklı ve başarılarıyla öne çıkan Behice Boran, şimdi, öğretmen olup Anadolu içlerine ışık saçmaya hazırlanıyordu.

Amerikan Kız Koleji’nden iyi dereceyle mezun olanlar, o zamanlar ABD’ye master yapmaya gidebiliyordu. Behice Boran böyle bir başvuru yapmayı tercih etmedi; insanın önce kendi memleketindeki olanakları kullanması, ondan sonra öğrenimini ilerletmek için yurt dışına gitmesi gerektiğine inanıyordu.[5] İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kayıt yaptırdı. Üniversiteye devam ederken bir yandan da Amerikan Kız Koleji’nin hazırlık sınıfına ders verdi. İki yılı tamamladıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavı geçerek İngilizce öğretmeni oldu. Görev yeri olarak Manisa’yı tercih etti. Çünkü ablası Nefise Ural ve eşi Alim Can Ural bu şehirde yaşıyordu. Ablası CHP’li ve belediye meclis üyesiydi; Hilal-i Ahmer’de, Yardım Sevenler Cemiyeti’nde aktif bir kadındı. Eniştesi ise hekimdi.

Yoksul halk çocuklarına ışık taşıyacak gencecik bir öğretmendi. Kolej yıllarında bir ara mimar olmayı hayal etmişti.[6] Fakat öğretmen olup halk çocuklarını aydınlatma fikri sonunda ağır basmış, güzel binalar yapmak yerine iyi insanlar yetiştirmeyi tercih etmişti.

Genç dimağlara yüksek duygular aşılamak için didinip duran Behice öğretmen Manisa’da birinci yılını tamamlamadan, hiçbir başvurusu olmadığı halde ABD’deki Michigan Üniversitesi’nden burs teklifi aldı. Amerikan Kız Koleji’ndeki üstün başarılarının öğretmenlerinin dikkatini çektiğini ve bunun Behice Boran’ın hayatındaki dönüm noktalarından biri olacağını belirtmiştik. Amerikan Kız Koleji’ndeki görevi sona erdikten sonra ABD’ye dönen tarih öğretmeni, onun adını Michigan Üniversitesi’nin burs komitesine vermiş, komite de ona davet mektubu yollamıştı. Belgeleri hazırlayıp ABD’ye gönderen Boran, ilkbaharda kabul cevabı aldı ve 31 Ağustos 1934’te öğretmenlik görevinden ayrılarak[7] ABD’de bitecek çok uzun bir gemi yolculuğuna çıktı.

Behice Boran, ABD’de geçirdiği yaklaşık beş yılda kendisini cumhuriyet Türkiye’sinin bir temsilcisi gibi konumlandırdı. Annesine yazdığı bir mektubunda “… ben burada âdeta Türkiye’nin mümessili[yim]. Kabil olduğu kadar her cihetten yalnız ders değil, giyiniş, başkalarına muamele ediş bahsinden iyi ve kusursuz olmaya, iyi bir tesir bırakmaya çalışıyorum” diyordu.[8] Derslerindeki başarısının, giyimindeki şıklığın, insanlarla ilişkilerindeki olumluluğun genç Cumhuriyet’in hanesine yazılacağını düşünerek davranmak onun için bir görünüm oluşturmaktan ibaret değildi; yurtseverlik sorumluluğunun özüydü.

Türkiye’deki inkılabın ilerleyişini uzaktan da olsa heyecanla takip ediyor ve Amerikalı arkadaşlarına gururla anlatıyordu. Annesine 1938’de yazdığı bir mektupta, “İnkılabın verdiği yapıcı hamle memleket genişliğinde inkişaf ediyor demek. O hamleyi âdeta ben de buradan hissediyorum ve Amerikalı arkadaşlarıma söylüyorum. ‘Sizin içtimai binanız inkıraz [çökme, yıkılma] hâlinde, bizimkisi ise yeni bir yapı hâlinde’ diyorum.”[9]

Giyim kuşamıyla, davranış ve tutumuyla, başarısı ve girişkenliğiyle, söyleşi ve sunuşuyla her an ülkesine ve halkına karşı sorumlu hisseden genç yurtsever, uzaklarda önce babasını sonra da kendisi gibi gençlerden mürekkep yeni nesillere Cumhuriyeti emanet eden Atatürk’ü kaybetmenin kederini yaşadı. Babası Sadık Boran’ı ABD’deyken, muhtemelen 1936 baharında kaybetti.[10] Yaklaşık iki yıl sonra da Atatürk, Behice Boran’ın doğum gününde hayata veda etti. Annesine yazdığı bir mektupta Atatürk’ün ölümüne ilişkin havadisleri radyodan dakikası dakikasına izlediğini yazıyordu.[11]

Anka Kuşu’nun Peşinde

Behice Boran, sosyoloji öğrenimini tesadüfen seçmemişti. Türkiye’nin çağdaş uygarlığa ulaştırılması ülküsüne bağlanmış, bu mücadelede kendisini önce öğretmen olarak konumlandırmıştı; halkı cehalet içinde olan ülke öğretmenlerin meşalesiyle aydınlanacak, gelişip çağdaş uygarlığa erişecekti.[12] Gelgelelim Amerikan Kız Koleji’ndeki ve Manisa Orta Mektebi’ndeki öğretmenlik deneyimleri sırasında eğitimin önemli olduğunu ama toplumsal kalkınma için tek başına yeterli olamayacağını fark etmişti. Türkiye’nin çağdaş uygarlığa ulaşabilmesi için insanların bilinçleri kadar toplumsal yapıların da değiştirilmesi gerektiğine inanmış, değişimin bilimsel yöntemlerle yapılmasının zorunlu olduğunu düşünmeye başlamıştı. Toplumbilim demek olan sosyoloji, ona toplumun değiştirilmesinin bir kılavuzu olarak görünmüş, bu nedenle yeni tercihi olmuştu. Buna karşılık eğitimin önemine ilişkin düşüncesinden vazgeçmemiş, Michigan’da yan dal olarak pedagojiyi seçmişti.

İşte böyle büyük umutlarla başlamıştı Behice Boran’ın sosyoloji serüveni. Serüvenin başlangıcında yüreği heves dolu 24 yaşında genç bir kadındı. Okumak, araştırmak, öğrenmek, dünyayı tanımak için binlerce kilometre ötelerden gelmişti. Burada toplumların nasıl değiştiğinin, geliştiğinin bilimsel bilgisini edinecek, sonra ülkesine dönüp öz yurdunun kalkınması için bir bilim insanı olarak elinden gelen her şeyi yapacaktı. Daha yolun başında olmanın heyecanı ve ümidi içindeydi. Yukarıda, Behice Boran’ın yaşından genç görünmesinden bahsetmiştik. Michigan’a ilk geldiği günlerde onu görenler hem yaşından küçük sanmışlar hem de okumak için ABD’ye kadar gelmesine şaşırmışlardı. Annesine yazdığı ilk mektupların birinde “Bana yirmi yaşında var mısın diye soruyorlar, hoşuma gidiyor” diyordu.[13] Daha yirmi yaşına bile değmemiş çocuk görünümüyle, annesine yazdığı bir başka mektupta belirttiği gibi, “Anka Kuşunun peşine düşmüş”, [14] bilimin sarp, dolambaçlı, uzun yolunda yürümeye başlamıştı.

Bu dönemde Behice Boran’ın hayatını büsbütün değiştirecek bir tesadüf yaşandı. Sosyoloji bölümündeki profesörlerden birinin oğlu olan ve sosyoloji doktorası yapan bir arkadaşıyla kuramsal sorunlar hakkında konuşuyorlardı. Yıl 1937’ydi. Konuşma sırasında Behice Boran Emile Durkheim’a, arkadaşı ise Karl Marx’a gönderme yapıyordu. Durkheim’ı iyi bilen Boran Marx’ı hemen hiç tanımıyordu, Marx’ı iyi bilen arkadaşının ise Durkheim hakkında yeterli bilgisi yoktu. Behice Boran Marx’ı, arkadaşı ise Durkheim’ı okuduktan sonra tekrar buluşmaya ve aralarındaki kuramsal tartışmayı sürdürmeye karar verdiler. Behice Boran işte o andan itibaren Marx’ın eserlerini okumaya başladı, doktora seminerinde marksizm üzerine bir ödev hazırladı.

Behice Boran’ın Marx’la tanışması hoş bir tesadüfle olsa da eninde sonunda Marx’ı bulacaktı. Kendini ülkesine ve insanlığa karşı sorumlu hisseden, Anka Kuşu’nun peşine düşen, arayış içinde bir gençti. Yüklendiği toplumsal sorunlara çözüm getirecek bir perspektifi o gün olmasa bir başka gün, o vesileyle olmasa bir başka vesileyle, orada olmasa başka bir yerde bulacaktı. Çünkü bireysel duyarlılıkları; önünden akıp giden hayat penceresinden toplumsal sınıfları, bu sınıflara özgü sorunları, hayat biçimlerini ayırt edebilmesi ve sanki bunlar hiç yokmuşçasına duyarsızca davranışları “bir çocuk gibi şaşarak” izlemesi onu, ezilen sınıfların düşünce dünyasıyla buluşturma potansiyelinin alametleri olarak beliriyordu. ABD’ye geldiği ilk günlerinde ablasına yazdığı bir mektubunda yer alan şu satırları, toplumsal sınıflara özgü sorunlar karşısında kayıtsız kalışları şaşarak izleyişine bir örnek olarak değerlendirilebilir:

“Buraya geldikten birkaç gün sonraydı, bir öğleden sonra baktım, halk köşe başlarına, dükkânlara toplanmış radyoda havadisleri dinliyor. Mühim siyasi bir vaka yahut fevkalade bir hadise olmuş zannettim. Sordum, beysbol denilen bir spor müsabakasının neticeleri ilan ediliyormuş. Kızların anlattıklarına göre, bir üniversitenin futbol takımına göre talebesi azalır veya çoğalırmış. Diğer taraftan kızların daha bir defa olsun Amerika’daki işsizlikten, siyasi veya iktisadi vaziyetten bahsettiğini işitmedim.”[15]

Toplumsal duyarlılıkları ve düşünsel yatkınlıklarıyla 27 yaşındayken ABD’de tesadüfen tanıştığı marksizm, Behice Boran’ın bundan sonraki hayatının kılavuzu oldu, düşüncelerine, eserlerine, eylemlerine ve boylu boyunca bütün hayatına yön verdi. O, aşağıda göreceğimiz gibi 20. yüzyıl Türkiye’sinin en önemli marksist aydınlarından biri olarak tarihe geçti.

Behice Boran sosyoloji doktoru unvanını Şubat 1939’da aldı.[16] Manisa’dan genç bir İngilizce öğretmeni olarak ABD’ye gelmişti ve yaklaşık dört buçuk yıl sonra sosyoloji doktoru Behice Boran olarak yurduna dönüyordu. Sosyolojide uğradığı hayal kırıklığının ardından marksizmle yaşadığı zihinsel aydınlanma, yeterince tatminkâr olmasa da büyük bir tecrübe edinmesini sağlayan doktora tezi, dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkesine ilişkin gözlemleri ve geriden gelmekte olan ülkesine karşı artan sorumluluğuyla “yaşamda yeni bir başlangıç” yapmaya hazırdı. 29 yaşında dönüş zamanı geldiğinde, kendi dönüşümüne de “bir çocuk gibi şaşarak” bakıyordu.

Ankara’da

Behice Boran, Türkiye’ye döndükten hemen sonra, sosyoloji dersleri okutulan İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde asistan olmak için girişimde bulundu. Dekanın olumlu görüşüyle Yüksek Tedrisat Umum Müdürlüğü’ne başvurdu. Ama bu kurumun tepesindeki kişilerin, yükselişe geçmiş nazi Almanya’sının yandaşı olmaları nedeniyle engellendi. Nazi hayranları, Almanya’da öğrenim görenlere ardına kadar açtıkları kapıları ABD’de öğrenim görenlere sıkıca kapatıyorlardı o sıralarda. Kendisine yönelik engellemenin siyasi olduğunu sezen Behice Boran doğrudan doğruya Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’le görüştü ve onun talimatıyla Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne doçent olarak atandı. Hayatında, DTCF’ye atandığı 31 Mayıs 1939’da başlayıp üniversite öğretim üyeliğinden kesin olarak koparıldığı 12 Temmuz 1948’e kadar sürecek yepyeni bir dönem başlıyordu.

Behice Boran, DTCF’de istatistik, şehir sosyolojisi, sosyolojiye giriş ve metodoloji dersleri veriyordu.[17] Hukuk Fakültesi’nde de sosyoloji dersi vermesi gündeme gelmişti. Lakin dönemin sosyal bilimler dünyasında öyle algılar vardı ki sosyoloji sözcüğü harflerindeki benzeşimlerden ötürü sosyalizm sanılıyor, sosyalizm de komünizmle eşleştirildiği için gayet tehlikeli bulunuyordu! O yıllarda Ankara Hukuk Fakültesi’nde davetli öğretim üyesi olarak çalışan Ernst Hirsch hatıralarında, Hukuk Fakültesi Profesörler Kurulu’nun bu gerekçeyle Behice Boran’ın sosyoloji dersi vermesini oyçokluğuyla reddettiğini aktarır.[18]

Öğretim üyesi olarak Ankara’da yıldız gibi parlıyordu. Öyle güçlü, öyle kalıcı, öyle olumlu izlenimler bırakıyordu ki dokunduğu insanlarda, bunların izi yıllar boyunca silinmiyordu. Sözgelimi DTCF’de öğrencisi olan ve sonra Türkiye’de sosyolojik düşünce ve araştırmada yıldızlaşan Mübeccel Kıray aradan on yıllar geçtikten sonra şöyle diyordu onun hakkında:

“Ben dünyanın değişik üniversitelerinde hocalık yaptım, her yerde hem hocalarla temas ettim hem öğrencilerle temas ettim. Behice Hanım kadar ihatalı insana rastlamadım. Çok geniş bir kavrayışı vardı, çok geniş. … O müthiş bir insandı.”[19]

Düşünelim; Mübeccel Kıray gibi ulus-aşırı bir sosyal bilimci öğrenciliğinde hocalar, hocalığında öğrenciler tanımış binlerle… “Behice Hanım kadar ihatalı insana rastlamadım” diyor. İhata, “geniş bilgiyle anlamak, tam kavramak” anlamına gelen bir sözcük ve Mübeccel Kıray böyle bir sözcüğü sadece ona yakıştırıyor. Nasıl bir öğretim üyesi, nasıl bir akademisyen olduğu hakkında yeterince fikir verici olsa gerek…

Sahada

Derslerini, öğrencilerini, fakültesini önemsemek ve bunların hepsiyle en iyi şekilde ilişki kurmak Behice Boran için çok önemliydi. Fakat onun bunlar kadar, belki bunlardan da çok önemsediği bir başka şey daha vardı: Türkiye’nin toplumsal yapılarını araştırmak…

ABD’deki doktora öğreniminin başlarında Amerikalıların kuramdan çok saha çalışmalarında ileride olduğunu fark etmiş ve bu ileri noktaya ulaşması gerektiğini sezmişti. Ablasına yazdığı bir mektupta “Amerikalılar nazariyattan ziyade bilfiil sahada tetkikler yapmak tekniğinde ilerideler” demiş ve bu tekniği kazanmak için çabalayacağını ifade etmişti.[20] Saha araştırmasının nasıl yapılacağını iyi öğrenmekteki muradı Türkiye’ye döndükten sonra öğrendiği yöntemlerle Anadolu’da bu tür çalışmalar yapmaktı. 1938’deki bir mektubunda annesine, “Anadolu’yu gezip tetkikler yapmak ve neticelerini neşretmek” istediğini yazıyordu.[21] İşte şimdi Ankara’daydı ve Anadolu’da tetkikler yapmanın zamanı gelmiş, koşulları oluşmuştu.

Ankara köylerine ilk yolculuklarını Halkevi’nin düzenlediği gezintiler sayesinde yaptı. “(…) fakat,” diye yazıyordu annesine, “benim asıl köylere gidişim o gezintiler nevinden değil. İleride tetkikler yapabilmek için temaslarda bulunmak istiyorum.”[22] Türkiye nüfusunun belirleyici çoğunluğunun kırlarda yaşadığı bir dönemde köy incelemelerine yönelmesindeki motivasyon, Türkiye toplumunun sorunlarını birer inceleme konusu olarak ele almaktı. 1940 baharında başlayan ilk köy incelemeleri, DTCF’den meslektaş ve arkadaşları Pertev Naili Boratav, Niyazi ve Mediha Berkes, Adnan ve Nazife Cemgil’le birlikte devam etti. Sonradan Türkiye bilim ve siyaset hayatına adları altın harflerle yazılan bu isimler Ankara köylerine o zamanın imkânsızlıkları içinde bazen yük arabalarıyla bazen de DTCF’nin verdiği mütevazı ödeneklerle araba kiralayarak gidiyorlardı. 1940 bahar-yaz döneminde inceledikleri köy sayısı 10’u bulmuştu.[23]

Köylerde Türkiye toplumunun sorunlarını inceleyen Behice Boran, köylülerin dikkatini tarımsal yapılardaki eşitsiz ve adaletsiz bölüşüm ilişkilerine çekmeye çalıştığı ilk adımında “bir çocuk gibi şaşarak” dinlemişti köylülerin verdiği yanıtı. Köylüler ağaların zenginliğini, kendilerinin ise fakirliğini olağanlaştırarak “Allah beş parmağı bir yaratmamış ki…” demişlerdi.[24] Emekçi insanların fakirliğe, eşitsizliğe, adaletsizliğe nasıl razı oldukları ya da razı edildikleri ilerleyen yıllarda Behice Boran için bir araştırma konusu olacaktı.

Yukarıda, Behice Boran’ın Hukuk Fakültesi’nde de sosyoloji dersi vermesinin gündeme geldiğini anlatırken devrin sosyal bilimler dünyasında sosyoloji sözcüğünün harflerindeki benzeşimlerden ötürü sosyalizm sanıldığını ve tehlikeli bulunduğunu belirtmiştik. Benzer bir sanrı Toplumsal Yapı Araştırmaları için de geçerliydi. Kıray, bugün bize çok olağan gelen “toplumsal yapı” kavramının zamanın sosyal bilimcilerine bile hayli yabancı geldiğini hatırlatıyor ve şöyle diyor: “Nedir bu, çimento yığını mı demişlerdi.”[25] Behice Boran, “toplumsal yapı” denilince inşaat çağrışımlarından öteye gidemeyen bir akademik ortamda Türkiye’de yapılan sosyolojik araştırmalara yepyeni bir bakış açısı ve apayrı bir yönseme kazandırmıştı. Fakat elbette yalnız değildi.

Dönemin Ankara’sında, hayata benzer ve yakın açılardan bakan küçük bir akademisyen ve aydın grubu kendiliğinden bir araya gelmişti. Bu gruptan Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi ve Mediha Berkes, Adnan ve Nazife Cemgil 1930’ların başında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden tanışıyorlardı. Aradan geçen yıllarda her biri farklı öğrenim serüvenlerinden geçip gelerek Ankara’da buluşmuşlardı.

Dönemin Ankara’sında, hayata benzer ve yakın açılardan bakan küçük bir akademisyen ve aydın grubu kendiliğinden bir araya gelmişti. Bu gruptan Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi ve Mediha Berkes, Adnan ve Nazife Cemgil 1930’ların başında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden tanışıyorlardı. Aradan geçen yıllarda her biri farklı öğrenim serüvenlerinden geçip gelerek Ankara’da buluşmuşlardı. Boratav DTCF’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde; Boran, Berkesler ve ABD’den tanıştıkları Muzaffer Şerif Başoğlu ise Felsefe Bölümü’ndelerdi. Cemgiller öğretmenlik yapıyorlardı. Boratav’ın liseden öğrencisi Ruhi Su ve yine Boratav’ın Konya’daki öğretmenlik yıllarından arkadaşı Sabahattin Ali de bu aydın grubunun yöresindeydi. Her biri Türkiye’nin bilim, edebiyat ve düşünce dünyasında önemli kişiler olan bu aydınlar Kemal Bilbaşar, Orhan Kemal, Melih Cevdet Anday, Rıfat Ilgaz ve Mehmed Kemal gibi isimlerin de katkılarıyla Ocak 1941’de bir dergi çıkarmaya karar verdiler: 15 Mart 1944’te kapatılana kadar 42 sayısı yayımlanan Yurt ve Dünya.

O zamanlar birer “kızıl tehlike mihrakı” olarak görülüp öyle muamele edilen, devletin bütün güvenlik kurumlarının ve ilgili bakanlığının üstüne çullanmasıyla işi bitirilen Adımlar ile Yurt ve Dünya üzerine 2000’li yıllar Türkiye’sinde makaleler, yüksek lisans ve doktora tezleri yazılması tarihin bir ironisi olsa gerek.

Behice Boran’ın DTCF dönemindeki sosyoloji çalışmalarının Ankara ve Manisa köyleriyle sınırlı olduğu sanılmasın; şehir sosyolojisi başlığı altında değerlendirilebilecek çalışmaları da vardı. Bu türden çalışmalara imkân yaratmak için de her bağlantıyı, her fırsatı ve her ilişkiyi değerlendirmeye çalışıyordu. Annesine Ankara’dan yazdığı bir mektuptan, yaşadığı şehri bir sosyolojik araştırma sahasına çevirmek için ne sıkı bir konsanstrasyon ve ne güçlü bir motivasyonla hareket ettiğini çıkarabiliyoruz:

“Ankara tetkikleri için valiyle, polis müdürü ile konuştum. Çok müzaheret [yardım] ediyorlar. Bir taraftan istatistik malumat toplama çalışıyorum. … Bir taraftan mücrim [suçlu] çocukların tetkikini yapmaya çalışıyorum. Bir taraftan köylere gidiyoruz ve Ankara’nın içinde geziyoruz. Buranın yerli ailesinden olan ve babası mebus bulunan bir talebenin ailesi ile tanıştım. Annesi beni eski Ankaralıların muhitine sokuyor. Geçen Cuma öğleden sonra beraber birkaç yere misafirliğe gittik. Dün de bir yerli düğününün kına gecesine gittik. … Yarın da asıl düğüne gideceğiz. Bu Pazar da Pursaklar köyünde bir düğüne gideceğiz.”[26]

 

 

Verdiği derslerle, yaptığı araştırmalarla, yazdığı kitaplarla, yayımladığı makalelerle, çıkardığı dergilerle güzel bir şehirdi Ankara, Behice Boran için. Burada, entelektüel kaygılarını paylaştığı Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif Başoğlu gibi isimlerle Türkiye sosyal bilimler tarihinin yepyeni ve çok kıymetli sayfalarını yazdılar. Her birinin evrensel ve uluslararası düzeyde ne büyük bilim insanları olduğu yıllar geçtikçe daha iyi anlaşılacaktı. Ancak her meyveli bahçe gibi onlar da taşlanmaktan, tarumar edilmekten kendilerini kurtaramadılar. Yurt ve Dünya ile Adımlar’ın kapatılması onlar üzerindeki siyasal baskının son değil, ilk adımıydı.

Behice Boran, Tan baskınından 10 gün sonra, 14 Aralık 1945’te Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes ve Mediha Berkes’le birlikte DTCF’deki görevinden Bakanlık emrine alındı. Gerekçe, Görüşler’in “umumî şekil ve mizanpajıyla öğretim üyelerinin yazı yazabileceği bir dergi” olmadığına ilişkin kanaatti. Bu kanaat bugünden bakılınca komik görünüyor. Ama zamanın en trajik olaylarından birinin gerekçesiydi. Türkiye üniversitelerinin en parlak simaları arasında yer alan üç öğretim üyesinin tasfiye sürecini başlatacak nitelikte bir gerekçe…

Behice Boran, 26 Nisan 1946’da fakültesine döndü dönmesine, ama Berkes ve Boratav’la birlikte üzerlerinde yoğunlaşan siyasi baskılar bitmediği gibi adeta bu üç bilim insanın üzerine çullandılar. Türkiye’nin yönetici sınıfları, kurulmakta olan iki kutuplu dünyada ABD’nin saflarını tercih etmiş, içeride ve dışarıda bu tercihin gereklerini yerine getirme yoluna girmişti. Bir yandan biçimsel demokratik düzenlemeler yapılırken diğer yandan “kızıl tehlikeyle boğuşma” kurgusuyla içeride halkın ödü patlatılmaya çalışıldı; komünizmle mücadeleye dışarıdan verilecek maddi yardımlardan pay kapmak için adımlar atıldı. Boran, aynı kaderi paylaştığı arkadaşları Boratav ve Berkes ve öğretim üyesi oldukları DTCF “kızıl tehlike”ye karşı başlatılan “milli seferberliğin” başlıca hedefiydi. Behice Boran’ın iki öğretim üyesi arkadaşıyla birlikte “kızıl tehlike merkezi”nin elebaşlarıymış gibi gösterilip çok cepheli saldırılara uğramasına bakılınca sanılır ki, bu üç üniversite hocası o dönemde Yunanistan’da yaşanan iç savaşın bir benzerinin Türkiye’deki örgütleyicisiydiler. Ama görünenin ardındaki gerçekler kurcalanınca anlaşılıyordu ki, Türkiye’nin yönetici sınıfları Marshall Planı ve Truman Doktrini kapsamındaki yardımlardan irice bir pay kapmak, bunun için olmayan komünizm tehlikesini yaratmak kararındaydılar. Kısacası Boran, Berkes ve Boratav çevresinde bu kadar büyük bir gürültü çıkarılmasının, bu isimlerin ateş altına alınmalarının nedeni ABD’yi, Türkiye’nin “kızıl tehdit” altında olduğuna ikna edebilmekti.

O zamanlar 3-B olarak anılan Boran, Berkes ve Boratav baskının her türlüsüne dirençle karşı koydular, haklarını yasal yollardan sonuna kadar savundular. Ancak onların direngen çabası üniversiteden koparılmalarını önlemeye yetmedi. Üç öğretim üyesinin üniversiteden tasfiyesi için bir türlü bulunamayan hukuksal çözümü en sonunda TBMM buldu. Siyasi bir kararla kürsülerinden koparıldılar.[27] Nevzat Hatko da eşi Boran’dan ötürü memuriyetten çıkarıldı.

Behice Boran’ın Türkiye toplumunu tanımayı, değişimin dayanak ve direnç noktalarını teşhis etmeyi hedefleyen akademik çalışmaları böylece sona eriyordu. Oysa, Mîna Urgan’a söylediği gibi tek amacı başarılı bir bilim insanı olarak ülkenin gelişmesine hizmet etmekti.[28]

Dünyanın en önemli birkaç antropoloğundan birisi olan Leslie Whyte, Boran’ın üniversiteden koparıldığını öğrendiğinde Mübeccel Kıray’a, “yahu,” diyecekti, “ne isterler kızdan. Ben yirmi senelik hocayım; karşımda oturan en akıllı insandı; ondan daha iyisi gelmedi; keşke hiç göndermeseydik onu!”[29]

Üniversiteden tasfiye edildikten sonra o da Berkes ve Boratav gibi yurtdışındaki üniversitelerden iş önerileri aldı ama yurdunda, çocukluğunu ve ilk gençliğini geçirdiği İstanbul’da kalmayı tercih etti. Mîna Urgan’ın dokunaklı sözleri bu tercihin nedenini şöyle dile getirir: “Bunun başlıca nedeni, Behice Boran’ın tutkulu yurtseverliğiydi. Memleketini sadece soyut bir kavram olarak değil, elle tutulur bir gerçek olarak severdi. Azgelişmişliğiyle, yoksulluğuyla, eşitsizlikleriyle, haksızlıklarıyla, buruk acılarıyla severdi.”[30]

Yeniden İstanbul’da, Hapishanelerde

Türkiye’de 27 yıllık CHP iktidarı devrilip Demokrat Parti Hükümeti kurulduktan sonra yeni mücadele kanalları açılacak, Behice Boran yeni arkadaşlarla birlikte Türkiye’de barış mücadelesinin öncülüğünü yapacaktı. Yurt dışına gitmeyip kendisi gibi Türkiye’de kalan Adnan Cemgil de barış mücadelesinde Boran’ın yanında olacaktı.

Behice Boran 14 Temmuz 1950’de, birkaç arkadaşıyla birlikte Türk Barışseverler Cemiyeti’ni (TBC) kurdu. Savaşın tüm hayatın içine nüfuz ettiği bir dönemde kendi sözleriyle, “(...) halk kitlelerini atom silahlarının ve atom savaşının tehlikesi konusunda aydınlatmak, uyarmak ve barışın savunulması yolunda demokratik, kitlesel mücadeleye sokmak” için[31] kurulan cemiyetin Başkanı Behice Boran, Genel Sekreteri Adnan Cemgil’di. Yüksek Mimar Nevzat Kemal Özmeriç, Avukat Osman Fuat Toprakoğlu, Dahili Mimar Reşat Sevinçsoy, Avukat Vahdettin Barut ve ev kadını Muvakkar Güran cemiyetin diğer kurucu üyeleriydi.  

Barışı savunmak amacıyla kurulan TBC’ye daha ilk adımda savaş açıldı. DP’nin 25 Haziran 1950’de Kuzey ve Güney Kore arasında patlak veren savaşa, ABD’nin isteğiyle 4 bin 500 asker göndererek katılma kararı alması üzerine TBC tarafından yayımlanan bildiri ve TBMM Başkanlığı’na çekilen telgraf, Boran ve arkadaşlarının çoğunluğunun gözaltına alınıp yargılanmasıyla sonuçlanacaktı. Oysa DP’nin Kore’ye asker gönderme kararı Türkiye halkı yararına olmadığı gibi yürürlükteki Anayasaya da açıkça aykırıydı. TBC’nin bildirisinde ve telgrafında bundan gayrı bir söz de edilmemişti. Ancak savaş, kahramanlık, askerlik, “Türkün gücünü dünyaya gösterme” gibi temalar öyle ajitatif bir şekilde tüm yurda pompalanmıştı ki TBC’nin sesini duyan pek olmadı. Hatta “Kore’ye asker göndermekte Türkiye halkının bir menfaati yoktur” diyen sesin sahiplerinin hapsedilmesi de pek fark edilmedi. Gelgelelim, Türkiye siyasal tarihinde bahis Kore Savaşı’na her geldiğinde TBC adı aradan on yıllar geçtikten sonra bile anıldı. Zira anayasal olmadığı gibi ülke çıkarına da olmayan bu karara o zaman sivil ve siyasal toplumda karşı çıkan tek kuruluş TBC’ydi. Bu da bize Behice Boran’ın, o sırada fark edilmemiş olsa bile tarih karşısında haklı çıkacağına kesin olarak inandığını gösteriyor.

Boran ve arkadaşları, uzun yargılama sürecinin ardından 15 ay hapis, beş ay “İstanbul ve Kocaeli illeri mıntıkasında ikamete mecbur tutulmak suretile emniyet nezareti altında kalmak” cezasına çarptırıldılar. Kararın kesinleşmesiyle birlikte hükümlü hale gelen Behice Boran devlet memurluğundan ihraç, “üniversite öğretim mesleği yetki, unvan ve haklarından da kesin olarak mahrum edildi.” Türkiye o zamanlar da bütün iyi ve güzel cevherlerine rağmen tuhaf bir ülkeydi. En ışıltılı bilim insanlarını üniversiteden atıyor, öğretim üyeliğinden, unvanlarından mahrum ediyor, barış savunucularını hapse tıkıyor, savaş naraları atanları omuzlarda taşıyordu.

Behice Boran, 1 Haziran 1953’te TBC davasıyla ilgili cezasını tamamlayarak Nevşehir Cezaevi’nden tahliye edildikten 3 ay 25 gün sonra 25 Eylül 1953’te, Türkiye Komünist Partisi (TKP) Tevkifatında “gizli komünist partisine girmek” iddiasıyla tutuklandı. Boran’ı da kapsayan tutuklamalar, Türkiye’nin NATO’ya giriş sürecinde gerçekleştirilen TKP 1951 Tevkifatı’nın ikinci kısmıydı. Boran, iki aydan fazla Harbiye’de hazırlanmış hücrelerde kaldı.[32] Tahliye edildiğinde tarih 1 Şubat 1954’tü ve hapishane günleri bu kez beş ay kadar sürmüştü.

Behice Boran’ın hayatının 1 Şubat 1954’te TKP davasından tahliye edilmesinden 27 Mayıs 1960’a kadar geçen dönemi, tek kelimeyle suskunluk yıllarıydı. Sivil ve siyasal toplumda herhangi bir biçimde etkin olmadığı gibi entelektüel bir üretimi de yoktu. 1939’da Türkiye’ye döndükten sonra yaptıklarıyla, söyledikleriyle, yazdıklarıyla mücadeleci kişiliğini ve parlak entelektüel kimliğini ortaya koyan Boran bu dönemde, eşiyle birlikte çalıştırdığı tercüme bürosuna ve yaşadığı eve kapandı, sınırlı bir arkadaş grubu dışında sosyal ortamlara katılmadı. Bu arkadaş grubunda Mehmet Ali Aybar, Adnan ve Nazife Cemgil, Rasih ve Muvakkar Güran, Dündar ve Ayşe Baştımar, Vâlâ ve Müzehher Vâ-Nu, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat gibi isimler vardı .[33] Onun gibi mücadeleci ve entelektüel kapasitesi yüksek bir aydının bu kapatılma ve susma halinin nedenleri, dönemin siyasetinin baskıcı özelliklerinde aranmalı. Demokrat Parti’nin iktidar yıllarında sivil ve siyasal toplum büyük bir baskı altındaydı. Fikir hayatında belirgin bir çölleşme vardı. Boran’ın ve içinde bulunduğu arkadaş çevresinin içinde çalışabilecekleri bir parti yoktu, etkin olabilecekleri bir dernek bulunmuyordu. Gazete ya da dergi çıkarmaları mümkün değildi. Mehmet Ali Aybar’ın bir mektubunda belirttiği gibi dergi çıkarmak isteseler hükümet “ (…) kâât vermez; bastırmaz; dağıttırmaz[dı]. Bütün bu engelleri aşsan, toplatır okutturmaz[dı]. Solculuk damgasıyla okuyucuyu ürkütüp kaçırtmak da caba”sıydı.[34]

Dergi ya da gazete çıkararak fikirlerini geliştirme ve anlatma imkânı olmayan Boran ve Aybar gibi Marksist aydınlar bu suskunluk yıllarını Türkiye’nin tarihi, toplumsal yapısı, ekonomik, sosyal sorunları üzerine araştırmalar yaparak geçirebilirlerdi. Nitekim Mehmet Ali Aybar yurt dışındaki Zekeriya Sertel’e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Tarihimizin çok ciddiyetle tetkik edilmesi zaruretine inanıyorum. Ama bunu söylemesi kolay da yapması o kadar değil. Ben meselâ istediğim halde yapamıyorum. Günlük ekmek parası çıkarmak zorunda olanların yapacağı iş değil bu. Sen bu işe niçin girişmiyorsun?” Sertel ise yanıtında, “Orada Behice varken ne diye bana teklif edersin; ilmî etüdün âlâsını Behice yapar” diye yazıyordu. Sertel’in Aybar tarafından kendisine aktarılan bu sözlerini tebessümle karşılayan Boran, Aybar’a, “Ayol, sen Zekeriya beye benim artık okur yazar olmaktan çıktığımı yazmadın mı” diye karşılık veriyordu.[35]

Bu son cümle, Behice Boran’ın 1950’li yılları nasıl kapattığını imgeleyen trajik bir kapanış cümlesiydi. Eşsiz bir kafa, kendi öz yurdunda okur yazar olmaktan çıkma noktasına getirilmişti. Gelgelelim 1960 yılının Mayıs ayı, sadece Türkiye için değil, Behice Boran için de “hayatta yeni başlangıç” zamanıydı.

Siyasette

Türkiye, 27 Mayıs 1960’taki askeri darbenin ardından temel haklar ve özgürlükler bakımından önceki on yıllara göre bambaşka bir anlayış getiren yeni bir anayasaya, yeni siyasal kurumlara, siyasetin çerçevesini yeniden çizen kanunlara sahip oldu. Burjuva demokratik siyaset anlayışının sınırları Türkiye’nin koşullarına uygun olarak hüküm sürmeye devam etse de işçi sınıfı ve sosyalist sol için yeni ufukların ve imkânların bu dönemde belirdiği de bir gerçekti.

İşçi sınıfı ve sosyalist hareket için dönemin en önemli gelişmelerinden biri 13 Şubat 1961’de Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) 12 sendikacı-işçi tarafından kurulmasıydı. TİP’i kuran işçiler yaklaşık bir yıl sonra Behice Boran’ın yakın arkadaşı Mehmet Ali Aybar’ı genel başkan olarak partilerinin başına geçmeye davet ettiler. Aybar da aralarında Behice Boran’ın da olduğu arkadaş çevresiyle bir değerlendirme yaptıktan sonra bu daveti kabul etti ve 9 Şubat 1962’de düzenlediği basın toplantısıyla TİP Genel Başkanı olarak siyasete girdiğini ilan etti. Behice Boran, Mehmet Ali Aybar’ın TİP’in genel başkanı olmasını sevinç gözyaşlarıyla karşıladı. Gelgelelim egemen sınıflar nezdinde “göze batan” bir kişiydi ve katılımının kurucu işçiler nezdinde çekinceler yaratabileceği, partiye zarar verebileceği endişesiyle bir süre sadece gazete yazılarıyla TİP’e destek verdi. O arada tarihsiz bir parti üyelik formu doldurarak Aybar’a teslim etti ve TİP’e katılıp katılmayacağını, katılacaksa bunun ne zaman ve ne şekilde olacağını onun emin ellerine emanet etti.[36] 1962 yılının son günlerinde Aybar’ın davetiyle Etüt ve Araştırma Bürosu’nun ilk toplantısına katılarak TİP’e girdi.

Behice Boran, Türkiye’nin toplumsal yapılarını bilimsel bir metotla inceleme hedefine ulaşabilmek için buna katkıda bulunacak öğrenciler yetiştirmek, kendisinin ve öğrencilerinin yapacağı çalışmaları belli bir sistem içerisinde bir araya getirmek istiyordu. Bunu, “üniversite seviyesinde bir sosyal araştırmalar merkezi” kurarak sürdürecekti.[37] Oysa kendisi için çizdiği bu yoldan zorla uzaklaştırılmış, mücadelesini siyasal alanda vermek zorunda kalmıştı. Bu, onun öngörmediği bir durumdu. “Şu işe bak,” diyecekti dostu Mîna Urgan’a, “ben kürsümde kalıp okuyup yazmak, ders vermek, öğrencilerimle uğraşmak, sadece küçük bir dost çevresiyle ilişki kurmak istedim öteden beri. Oysa şimdi siyasal savaşın tam ortasına atılmak zorunda kaldım.”[38]

Buradaki “zorunda kaldım” ifadesini yanlış anlamayalım. Behice Boran siyasete girdikten sonra aklıyla, yüreğiyle, yetenekleriyle, siyasal cesareti ve bilimsel yaratıcılığıyla ezilen sınıfların yepyeni bir dünya hasretinin peşinden yürüdü; hem de son nefesine kadar. Siyaset onun hayat tasavvurunda birinci tercihi değildi, ama hayat onu siyasetin içine çekince bu alanda da bir yıldız gibi parlamakla kalmadı, yepyeni bir siyaset anlayışının en önemli temsilcilerinden biri oldu. Radyoda, kahvehanelerde, köy meydanlarında, mitinglerde, Meclis kürsüsünde, kongrelerde, konferanslarda, panellerde konuşmalar yaptı. Gazeteler ve dergiler için yazılar yazdı. Seçim çalışmalarına, örgütlenme faaliyetlerine katıldı. Bir siyasetçi olarak siyasetin bütün mekânlarında, düzeylerinde, görevlerinde hayatını adadığı ezilen sınıfları ve partisini en iyi şekilde temsil etmek için elinden geleni yaptı.

Behice Boran’ın TİP bünyesindeki işlevi dört yönlüydü. Bunlardan birincisi, marksist kuramcı kimliğiyle ilgiliydi. Onun Türkiye çözümlemeleri, bu çözümlemelerde tarihsel maddeci yöntemi kullanışı ve sosyalizmin temel sorunlarına yaklaşımı eşsizdi. Osmanlı toplumu, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet, Demokrat Parti dönemi, 27 Mayıs sonrası siyasal gelişmeler ve dünyada sosyalizm pratikleri üzerine yaptığı çözümlemeler, marksist bakış açısının belli bir ülkeye uygulanmasının benzersiz bir örneğiydi. Sosyalist solda kuramsal tartışmaların en yoğun olduğu 1960’lı yıllarda Doğan Avcıoğlu’nun fikri liderliğini yaptığı Yön dergisi ve bu dergi etrafında toplanan aydınlara; Mihri Belli’nin siyasal liderliğini yaptığı Milli Demokratik Devrimciliğe ve nihayet 1968-1970 arasında Aybar tipi marksizm yorumuna karşı kuramsal mücadele verdi. Bu mücadele hem bir dizi eleştiriyi hem de son derece önemli kuramsal tezlerin inşasını içeriyordu. Behice Boran, 1960’lı yıllar Türkiye’sinin önde gelen sosyalist aydınlarından Doğan Avcıoğlu, Şevket Süreyya Aydemir, Cahit Tanyol, Fethi Naci, Mihri Belli, Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer ve Mehmet Ali Aybar’la girdiği tartışmalarda marksizm ve Türkiye üzerine tezlerini geliştirip netleştirdi. Böylece, esas olarak erkeklerin yazdığı, konuştuğu ve tartıştığı Türkiye sosyalist düşünce dünyası içinde bir kadın marksist kuramcı olarak konumunu belirginleştirdi. Bu çalışmalarının sonucunda, Türkiye için sosyalist bir devrim stratejisi ve sosyalist bir iktidar programı oluştu. Türkiye sosyalist solu tarihine damga vurmuş eserler arasında çok önemli bir yeri olan Türkiye ve Sosyalizm Sorunları adlı kitabı marksist bir kuramcı olarak onun başyapıtıdır.

Boran’ın TİP’deki ikinci işlevi milletvekilliğiydi. Parti, 10 Ekim 1965’te yapılan milletvekili genel seçimlerinde on beş milletvekiliyle parlamentoya girdi. Böylece Türkiye siyasal tarihinde bir sosyalist parti ilk kez parlamentoya girerek grup kurmayı başarmış oldu. Behice Boran, TİP’in on beş milletvekilinden biri ve on beş milletvekili içinde kadın olan tek kişiydi.  Meclis’te gençlik hareketlerinden eğitime, milli savunmadan dış politikaya neredeyse her alanda konuşmalar yaptı. Konuştuğu her konudaki hazırlığı, bilimsel bakış açısı ile siyasal analizi uygun bir şekilde birleştiren tutarlılığıyla 13. dönem milletvekilleri ve emekçi halk tarafından ilgiyle izlendi. İster Meclis kürsüsünde ya da miting meydanında ister bir üniversitede düzenlenen konferansta ya da bir köy kahvehanesinde konuşsun hep aynı tutarlılığı aynı yalın anlatımla sürdürüyordu. Bu, burjuva siyasetçilerinin “nabza göre şerbet verme” üslubundan daha farklı bir üsluptu ve “klasik” milletvekilleri tarafından yadırganabiliyordu. Meclis’teki bir konuşmasında iktidardaki AP milletvekillerinden biri “miting meydanlarında konuşan bir edayla konuşmakla” suçladığında şöyle diyecekti:

“ (...) Türkiye İşçi Partisi bakımından miting meydanında konuşmak, Meclis’te konuşmak veya ilmî seminerde, toplantıda konuşmak diye bir ayrım yoktur. Türkiye İşçi Partisi miting meydanında da, kahve toplantısında da, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de, ilmî bir seminerde de kendi görüşüne göre (...) gerçekleri ve hakikati belirtir. Bizce böyle bir tefrik [ayrım] yoktur.”[39]

Meclis’te yaptığı bir başka konuşmada kendisini ve arkadaşlarını “emekçi halkın haklarının ve çıkarlarının temsilcileri” olarak tanımlamıştı.[40] Bu nedenle sözlü ya da fiili tüm saldırılar karşısında korkusuzdu. Ekim 1968’de TİP milletvekillerinin Meclis’te Adalet Partisi milletvekilleri tarafından tasarlanarak linç edilircesine dövüldüklerinin ertesi günü Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada şöyle diyordu:

“ (...) kim ne derse desin ister beğensin ister beğenmesin hak yolunda, bu milletin güvenliği, bağımsızlığı ve halkın mutluluğu yolunda cesaretle sonuna kadar yürüyeceğiz. Ne şüpheler ne iftiralar ne dün akşamki gibi hadiseler, kan akıtmalar bizi sindiremeyecektir. Çünkü biz vicdanımızı hiçbir çıkar için satmış değiliz. Biz bütün hayatımızı halkımızın ve memleketimizin uğruna sunmuş, feda etmiş bulunuyoruz.”[41]

 

Behice Boran’ın TİP’deki üçüncü işlevi örgütsel görevlerdi. Mehmet Ali Aybar ve Sadun Aren’le birlikte TİP’in triumvirasını oluşturuyorlardı. 12 Mart 1971’den sonra kapatılana kadar TİP’in merkez yönetiminde çeşitli düzeylerde görevler üstlendi. 9-10 Şubat 1964’teki TİP Birinci Büyük Kongresi’nde Genel Yönetim Kurulu’na, 20-24 Kasım 1966’daki İkinci Büyük Kongre’de Merkez Yürütme Kurulu’na seçildi. 9-12 Kasım 1968’deki Üçüncü Büyük Kongre’de Aybar’la yaşanan anlaşmazlık nedeniyle TİP merkez yönetim organlarında yer almadı. 28-29 Aralık 1968’de toplanan İkinci Olağanüstü Büyük Kongre’de tekrar GYK üyeliğine getirildi. 3 Ocak 1970’teki MYK toplantısında TİP Genel Sekreteri oldu. 29-31 Ekim 1970’te gerçekleştirilen Dördüncü Büyük Kongre’nin ardından 1 Kasım 1970’te toplanan GYK’da TİP Genel Başkanı seçildi ve Türkiye Cumhuriyeti siyasal tarihinin ilk kadın parti genel başkanı oldu. Genel Başkanlık arzuladığı bir konum değildi. Ona göre TİP’in ideal lideri hep Aybar’dı. Aslına bakılırsa, Aybar karizmatik kişiliği, güçlü hitabet yeteneği ve heybetli görünümüyle TİP için ideal başkandı. Behice Boran Aybar’ın bu özelliklerini görmüş, kendini onun yardımcılarından biri olarak tanımlamış, “dümeni doğru tutmada” Genel Başkan Mehmet Ali Aybar’a birinci derecede yardımcı olma rolünü benimsemişti.[42] Gelgelelim, siyasal mücadelenin gereklilikleri ve sınıf mücadelesinin sorumlulukları genel başkanlık görevini omuzlarına yükleyince Behice Boran bu sorumluluğu hakkıyla taşımanın azabını yüklenmekten kaçınmadı.

Behice Boran’ın TİP’deki dördüncü işlevi Bilim ve Araştırma Bürosu’nu yönetmekti. Bu Büro’da partinin Türkiye üzerine tezlerinin, propaganda verilerinin ve parlamentodaki yasama çalışmalarının bilimsel araştırmalarla desteklenmesi için yönlendirici bir konumda bulunuyordu. TİP etrafındaki genç bilim insanlarının derledikleri verileri Parti yayınlarında ve organlarında kullanılabilir hale getiriyor, ayrıca siyasal metinlerinde bu çalışmalarından yararlanıyordu. Yukarıda andığımız Türkiye ve Sosyalizm Sorunları adlı kitabında, TİP Bilim ve Araştırma Bürosu’nun çalışmalarına çok sayıda referans vardı.

Behice Boran TİP Genel Başkanı sıfatını taşırken 1971 başından itibaren, geride kalan on yıl boyunca derinleşmekte olan toplumsal çelişkilerin egemen sınıflar lehine rejim dışı bir müdahaleyle çözülme sürecine girildiğini ilk ve tek gören siyasetçiydi. Hem partisini hem Türkiye solunu hem de emekçi sınıf hareketlerini rejim dışı bir müdahaleye karşı hazırlamaya çalışan Başkan Boran, 8 Ocak 1971’de yayımladığı basın bülteninde “Faşizm, parlamenter bir kılığa büründürülmüş veya üniforma giydirilmiş şekliyle kapı ağzında boy göstermiştir” diyordu.[43]

12 Mart’a giden süreci bir “cuntalar savaşı” olarak kavrayan, çekişen cuntalardan ilericiymiş gibi görünenin yanında saf tutan, bir cuntanın örgütlenişinde doğrudan rol üstlenen ya da cuntalardan biri iktidara gelecekse ileri fikirlere sahip olanın gelmesi için çalışıp sonra onu dönüştürmeyi hedefleyen görüşlerden ve bunların pratik tutumlarından farklı olarak, Behice Boran’ın ne şekilde olursa olsun rejim dışı bir müdahalenin sınıfsal çelişkilerin bir sonucu olarak belirdiğini saptayıp ona göre konumlanmayı hedefleyen çözümlemesindeki “aykırılık”, toplumsal gelişmeleri değerlendirirken yitirmemekte direttiği sınıfsal bakış açısından kaynaklanıyordu. Boran, Türkiye 12 Mart karanlığına girerken bu bakış açısını başından sonuna kadar ısrarla, yetkince ve kararlılıkla sürdüren tek sosyalist siyasetçi oldu. TİP onun yönlendiriciliğiyle “Faşizme Hayır” kampanyası başlatarak afişler, bildiriler ve toplantılarla halkı uyarmak için elinden geleni yaptı. Gelgelelim, Behice Boran’ın gelmekte olduğunu gördüğü faşizm de onu ve partisini hedefine koymaktan geri durmadı. 12 Mart’ın ardından Behice Boran tutuklanan tek siyasal parti genel başkanı, partisi de kapatılan iki siyasal partiden biri oldu.

Ümitle başladığı öğretim üyeliğini çığır açıcı saha araştırmaları, uluslararası düzeyde tartışmalar yaratan makaleler ve on yıllar geçse de dönüp bakılacak dergilerle sürdürürken üniversitenin dışına atılmış ve hapishaneye kapatılmıştı. Yine ümitle başladığı siyaset hayatını bilimsel yaratıcılık, sınıfsal cesaret, kuramsal tutarlılık ve bilim ile siyaset arasında kurduğu ender bir uyumla sürdürürken benzer bir akıbete uğradı. Bu kez de partisi kapatıldı, kendisi ve yoldaşları tutuklanarak hapishaneye yollandı.

Kısa bir süre Mamak Cezaevi’nde tutulduktan sonra Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’na nakledildi. Boran’ın hapishane arkadaşı Oya Baydar Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nu “topların, tankların, silahların depolandığı; asker kışlalarının, lojmanların, çeşitli ordu birimlerinin bulunduğu, Ankara’nın Kazıkiçi bostanlarına bakan bir askerî garnizonun orta yerinde; sayıları 30 ile 60 arasında değişen kızlar, kadınlar”ın hapsedildiği bir mekân olarak tasvir ediyordu.[44]

61 yaşındaki Behice Boran, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nun en yaşlı mahpusuydu. Mahpus kadınların çoğu Dev-Genç’liydi. Oya Baydar, Dev-Genç’li kadınların TİP’i “oportünist, revizyonist, satılmış” olarak gördüklerini belirtiyordu. Buna karşılık TİP Genel Başkanı Behice Boran, partisini böyle gören genç kadınlarla “mesafeyi düzgün tuttuğunu” ve kısa zamanda onların nezdinde de saygın bir sosyalist kişilik olarak değer kazandığını hatırlıyordu. Bu saygınlık sadece yaşından ötürü değildi. Baydar, bunun sevgiden de kaynaklanan bir saygınlık olduğunu söylüyor ve ekliyordu: “... sevmeseler yapmazlardı; çünkü onlar başı dik kızlardı. Hep kahvesini yaparlardı...”[45]

Behice Boran, Yıldırım Bölge’de, eski hapishane günlerinde bilip de unuttuğu örgü işlerini yeniden öğrendi; arkadaşlarıyla şarkılar söyledi, en çok da dilinden hiç düşmeyen “Jandarma Biz Sosyalistiz”i.[46] Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nun ilk günleri için “dizlerinin altından lastikle tutturduğu çorapları, terlikleri, durgun ve donuk bakışlarıyla, hayatla nasıl başa çıkacağını düşünen bezgin bir ev kadınına benzeyen” bir Behice Boran resmi çizer[47]  Bu “bezgin” görüntünün, “bütün gücünü en gerekli yere saklamak akıllılığından” kaynaklandığını Behice Boran mahkemeye çıktığı zaman anlayan Sevgi Soysal, “Behice Hanım’ın mahkeme sırasında çekilmiş fotoğraflarıyla, benim aklımda kalan bezgin ve yorgun kadın görünüşü bir fotoğrafa çekilip kıyaslansa, aradaki fark çok şaşırtıcı olur” diye yazıyordu.[48] Ağustos 1971’de Sıkıyönetim Komutanlığı 3 Nolu Askeri Mahkeme Başkanlığı’na verdiği ifadesi okunduğunda[49] Soysal’ın Boran için yaptığı “gücünü hep kendi seçtiği ve gerekli bulduğu biçimde harcayanlardan; boş yorgunluklardan titizlikle sakınanlardan” saptamasının[50] haklılığı anlaşılır. Behice Boran’ın “ifadesi”, iddianamedeki bütün saptama ve suçlamaları hukuk ve siyaset açısından tutarlı bir örgüyle yanıtlayan, işçi sınıfını, sosyalizmi ve TİP’i cesaretle savunan çok emek verilmiş bir metindi.

İlk günlerde ona “oportünist, revizyonist, satılmış” bir partinin başkanı gözüyle bakan Dev-Gençli kadınlar mahkemeye çıkarılacağı gün onun saçlarını sarıyordu.[51] Boran ise giysilerini özenle seçiyordu; bu iyi görünme titizliği Sevgi Soysal’ın kelimeleriyle mahkemede “dirençli bir resim” çizmek istemesinden kaynaklanıyordu.[52] Behice Boran için Yıldırım Bölge günlerinin en ilginç olayı, mahkemeye çıkarılacağı gün, kendisini götürecek askerî araca bindirilirken görevli yedek subayın “birgün sizi iktidara böyle alacağız, saygılar hocam” demesiydi.[53]

Behice Boran’ın hayatın her anına bir toplumbilimci olarak baktığını belirtmiştik. Sakarya Cezaevi mektuplar da önünden akıp giden her şeye daima sosyolojik bir gözle baktığını, hayatın bütün parçalarını, gündelik hayatın sıradan her gelişmesini sosyolojik açıdan da çözümlediğini gösteriyordu. Misal; tematik olarak birbirlerinin birer kopyası olmakla kalmayıp, araya konulan karbon kâğıtları yüzünden kopyalandıkça kötüleşen Yeşilçam filmlerini izlerken şu satırları yazıyordu yoldaşı Sadun Aren’e: “O kadar klişe, o kadar olmayacak formüller, ama halkın iyi yaşama, zengin olma özlemlerine ne denli cevap veriyor, geçim sıkıntısıyla bunalmış insanlar nasıl hayal düzeyinde ‘boşalmış’, biraz ‘doymuş’ oluyorlar ki durmadan bu klişeler işleniyor ve bu filmler tutuyor, para getiriyor.”[54]

Behice Boran, yaklaşık iki buçuk yıl süren tutukluluğunun ardından 14 Temmuz 1974’te Sakarya Cezaevi’nden tahliye edildi. 64 yaşında özgürlüğüne kavuştu ve siyasal hayatının ikinci dönemi işte o gün başladı.

Behice Boran, cezaevinden çıktıktan sonra TİP’in kendi başkanlığında yeniden kurulması gündeme geldiğinde buna pek sıcak bakmamış, Nihat Sargın’a “yeter benim çektiğim” demişti.[55] Bu kararında bazı öznel şartlar da etkili olmuştu. Cezaevinden yeni çıkmıştı; mahpusluk zamanlarında doğurduğu oğlu Dursun’dan yine mahpusluk nedeniyle ayrı kalmıştı; eşi ciddi bir felç geçirmişti. On yıl süren siyasal mücadelenin yorgunluğu vardı üzerinde. Bu on yılda sosyalist mücadelenin çilelerine göğüs germekle kalmamış Mehmet Ali Aybar gibi yakın bir arkadaşıyla yollarının bir daha hiç birleşmemek üzere ayrılmasının acısını yaşamıştı. Yıllarca hayatını adadığı sosyalizm mücadelesinin uzağında kalmayacağı açıktı, fakat onun en önünde lider olarak yer alma eğiliminde olmadığı anlaşılıyordu. Bununla birlikte gerek TİP’lilerin gerekse de TİP dışındaki sosyalist solun ondan beklentileri vardı. TİP’liler, partinin yeniden kurulması durumunda yine başına geçmesinin onun için reddedilemez bir sorumluluk olduğunu, onsuz bir TİP düşünülemeyeceğini söylüyorlardı. Boran cezaevinden çıktıktan sonra, gerek 1940’lı yıllardan beri sosyalist mücadelede edindiği saygınlık, gerek 12 Mart sürecindeki eşsiz marksist çözümlemeleri ve gerekse de mahkemede gösterdiği cesur tavrı nedeniyle sosyalistlerin ilgi odağıydı ve yoldaşları tarafından TİP’in, onun genel başkanlığında yeniden kurulması için ikna edildi. Bir kez daha kendine ilişkin düşünceleri ve birey olarak yapmak istedikleriyle yaşamını adadığı işçi sınıfı mücadelesinin ve sosyalist hareketin beklentileri arasındaki gerilimle karşı karşıyaydı. Sorumluluk duygusu ağır basan kişiliğiyle TİP’in yeniden kurulması çalışmalarına katıldı ve bir kez daha partinin genel başkanı oldu.

Cezaevinden çıktıktan yaklaşık iki ay sonra, 1940’lardan başlayarak oluşturduğu marksist birikimi ve 1961-1971 arasında edindiği on yıllık siyasal deneyimiyle işçi sınıfı partisine yön verecek siyasal programı hazırlamaya başladı. Artık 65 yaşındaydı. Hayatını adadığı toplumun tarihini, yapılarını ve bunların içinde süregelen toplumsal mücadelelerin kendine özgülüklerini açıklamak ile bunları Marksist bakış açısıyla tartışmak arasındaki ilişkiyi uygun bir şekilde kurmak göreviyle karşı karşıyaydı. Behice Boran’ın yaklaşık sekiz ay süren çalışmalarının sonucunda ortaya çıkan Türkiye İşçi Partisi Programı,[56] onun en önemli eserlerinden biri olmakla kalmayacak, Türkiye sosyalist solunda o zamana kadar yazılmış bütün programatik metinler içinde zirveye yerleşecekti.

Behice Boran TİP’i yeniden kurarken toplumda, özellikle işçi sınıfında sola kayış olduğunu; birinci TİP’in olumlu mirasının kesinti olmaksızın 1975’li yıllara devredeceğini; 12 Mart sınavını başarıyla veren partisinin, soldaki doğru çizginin TİP olduğu inancı yaratacağını varsaymıştı. Bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini sosyalizm mücadelesine eklemleyebilen; emekçi sınıfların değişik cephelerdeki mücadelelerine öncülük edebilen; çalışma ekiplerine dayalı; iç hayatı bakımından dinamik, demokratik ve merkeziyetçi; marksist bir programın yön verdiği; merkezinde kalibresi yüksek marksist entelektüellerin, işçi liderlerinin ve Kürt aydınlarının yer aldığı; hem kendi tabanına hem de emekçi kitlelere ve kamuoyuna seslenen istikrarlı yayınlar yapan bir partinin kısa sürede işçi sınıfı içinde kök salacağına, sosyalist soldaki sürükleyici hareket olacağına, kendini uluslararası alanda kabul ettireceğine ve iktidar mücadelesine yürüyeceğine inanıyordu.

Buna karşılık Türkiye’nin hızla değişen siyasal şartları ve bazı öznel sebepler, Behice Boran’ın ikinci TİP için öngörülerinin büyük bölümünü doğrulamadı. Behice Boran’ın başında olduğu ikinci TİP Türkiye siyasal hayatında onun umduğu kadar önemli bir etki yaratamadığı gibi sosyalist parti ve hareketleri peşinden sürükleyemedi.

Behice Boran bu dönemde de doğruluğuna inandığı, yapılması gerektiğini düşündüğü işleri, bedeli ne olursa olsun yapmaktan hiç çekinmedi. Gözü pek ve korkusuzdu.  Ecevit Hükümeti, 1979’da İstanbul’da 1 Mayıs kutlamalarını yasaklamıştı.  Bu yasaklamaların amacını “işçi sınıfının hak ve özgürlükleri uğruna yürüttüğü mücadelenin kırılması” olarak değerlendiren Boran, partili arkadaşlarıyla sokağa çıktı, İstanbul Merter’deki DİSK Genel Merkezi’nin önünde 1 Mayıs’ı kutladı ve Taksim Alanı’na doğru yürüyüşe geçti. 69 yaşında, ömrünü işçi sınıfı mücadelesine adamış bir yurttaş olarak işçi sınıfının bayramını kutlamak amacıyla sokağa çıktığı için polis copu, dipçiği ve kurşunuyla karşı karşıya geldi. Polis, kendisini zorla yoldaşlarından ayırıp evine götürmek istediğinde kabul etmedi ve onlarla birlikte cezaevine gitmeyi tercih etti.[57] Bu yaşananlar Boran için sınıf mücadelesinin “olağan” hallerindendi. Sabırlı, inatçı bir uzun yol yolcusuydu: İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’ndaki 1 Mayıs duruşmasında hâkimin 1 Mayıs’ta Merter’de sokağa çıktıktan sonra nereye gideceklerine ilişkin sorusuna “Taksim’e gidecektik” diye yanıt verdi, bu yanıta şaşıran hâkimin “Merter neresi Taksim neresi, uzun yol. Peki siz yaşlısınız, nasıl gidecektiniz?” sorusunu ise kararlılıkla “dinlene dinlene” diye karşıladı.[58]

Partisi hedeflerine ulaşamamış, yeterince büyümemiş, işçi sınıfı içinde kök salamamış olabilirdi. Fakat onun, tüm yaşamını adadığı işçi sınıfına söyleyecek sözü vardı. 1979 seçimlerinde yaptığı radyo ve televizyon konuşmalarında, partisine oy kaybettireceğini bile bile, sosyalist solu emekçi kitlelerden yalıtmak isteyen antikomünist propagandaya meydan okumuştu. Antikomünist propagandayı körükleyen siyasal partilere ve basın yayın organlarına “görevlerini yapıyorlar” demişti; beş çocuğunu doyuramayan bir işçinin uyuyabilmeleri için aç çocuklarına akşamları uyku ilacı vermesinin; fakirliğin ve işsizliğin; emperyalizme bağımlılığın sorumlusunun komünistler değil, antikomünist propagandanın seslendiricileri olduğunu sakin ve kendinden emin bir şekilde milyonların önünde söylemişti.[59] Bu konuşmalar nedeniyle hakkında dava açıldığında, sanık sandalyesinde yine yargılanan değil yargılayan o oldu: “ (...) iddianame, Türkiye’yi bugünkü duruma düşürenlerin sürekli iktidarda bulunmuş olan burjuva partileri olduğu gerçeğinin açıklanmasını ve eleştirisini önlemeye çalışmaktadır. (...) iddianame burjuva partilerinin yaptıkları demagojinin açığa çıkartılmasını önleme gayretindedir.”[60]

Oğulları yaşında gencecik yoldaşlarının katledilişinin acısını bu dönemde yaşadı; üzgün ve öfkeliydi: Yedi TİP’li genç 8 Ekim 1978’de Ankara Bahçelievler’de, Haluk Kırcı ve arkadaşları tarafından kimisi boğularak, kimisi kafalarına yakın mesafeden ateş edilerek öldürülmüştü. Yoldaşlarının cenazelerini morgdan almaya giderken ve cenaze töreninde en önde yürüdü ve çocuğu gibi sevdiği yoldaşlarını şu sözlerle uğurladı: “Kişiliklerine büyük saygı duyduğumuz, canımız gibi sevdiğimiz arkadaşlarımızı son yolculuklarında yüreğimiz yanarak uğurladık, uğurluyoruz. Gencecik arkadaşlarımızdı. Yaşamları çok kısa sürdü. Ama anlamlı bir yaşamdı bu. (...) Uğruna can verdikleri kavganın bayrağı emin ellerdedir. Düşürülmeyecektir.”[61]

Sürgünde

Behice Boran, 12 Eylül 1980 sabahı kapısına nöbetçiler dikilip sokağa çıkması yasaklandığında 70 yaşındaydı. Birkaç gün geçmeden kalp krizi geçirdi ve bir cemse asker eşliğinde hastaneye kaldırıldı. Yaklaşık bir ay hastanede yattı, sonrasında bir hekim dostunun yazlığına götürüldü. Partisinin merkez yöneticileri Boran’ın yurt dışına çıkarılmasına karar vermişti. Kendisi ise yurdunda kalmak, mahkemelerde partisini, işçi sınıfını ve sosyalizmi savunmak istiyordu. Sonunda yurt dışına gitmeye razı edildi.

Behice Boran’ın sürgün yılları, 1980 sonbaharından ölüm tarihi olan 10 Ekim 1987’ye kadar sürdü.  Kararlı, inançlı, sabırlı ve uzun bir yürüyüşü andıran hayatında hesaplayamadığı tek şey ömrünün kışını sürgünde geçirme ihtimaliydi. “Her şeyi düşünmüştüm bu işlere girerken,” diyordu gazeteci Uğur Mumcu’ya, “Hapis yatmayı, baskıları, şunu bunu… Ama yetmiş altı yaşında, bir yabancı ülkede sürgün yaşamak hiç aklıma gelmemişti.”[62]

Türkiye’den ayrıldıktan sonra önce Belçika’ya gitti ve “mülteci” statüsü aldı. Sonra Federal Almanya’ya yerleşti. Mülteci aylığını almak için her ay Brüksel’e gidiyor, asgari ücretten düşük bir miktar için sosyal yardım kuyruğuna giriyordu. Bu resim, Behice Boran’ın sürgündeki hayatının nasıl acı bir hayat olduğunu imgeler…

On yıllar boyunca hiç yılmadan Türkiye işçi ve sosyalist hareketinin gelişmesine emek vermiş, aklını, birikimini, enerjisini bu uğurda harcamış, bu nedenle ABD ve Avrupa’daki üniversitelerden gelen öğretim üyeliği tekliflerini geri çevirmiş ve nihayet artık yaşlanmış ve hastalanmış, eşini gurbette (Bulgaristan’da, 1983’te) kaybetmiş, oğlunu sevdiği şehirde bırakmış bir marksist için ömrünün son yıllarını sürgünde geçirmek elbette çok zordu. Ama bütün zorluklara rağmen Türkiye işçi ve sosyalist hareketi için son görevini yerine getirmeye çalışıyordu: Başkanlığını yaptığı TİP ile ilk partisi TKP’nin birleştirilmesi.

Avukatı ve dostu Necla Fertan, Behice Boran’ın son görevini yerine getirmek için sağlığını feda edercesine çırpındığını belirtiyor ve ekliyor:

“Behice Hanım, TİP ile TKP’nin birleşmesi için büyük bir çaba harcadı. (…) Ben kendisine ‘Sağlığınız iyice bozuk. Ölüyorsunuz. Bu çabalardan vazgeçin’ dedim. ‘En son yapmak istediğim bu. Yapmak istediğim başka bir şey yok. Öleyim, ne olur ki?’ dedi.”[63]

Ömrünün sonlarına gelip geriye doğru baktığında, Türkiye’de sosyalist hareketin farklı tarihsel koşullarında doğmuş iki ırmağının; TKP ile TİP’in birleşmesinin zorunlu olduğu kanaatindeydi. Sosyalist mücadeleye neredeyse yarım yüzyılı bulan katkısıyla tarihsel bir kişilikti. Birleşmede tarihsel bir misyon üstlenmesi gerektiğine inanıyordu. 7 Ekim 1987’de, Brüksel’de düzenlenen bir basın toplantısıyla TİP ile TKP’nin Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) adıyla birleştiğini açıkladı. Toplantıdan önce kalbi sancıyordu; doktoru bu toplantıya katılmasının “intihar” anlamına geleceğini söylemiş, Boran dinlememiş, inatla toplantıya katılmıştı.[64]

Behice Boran, son görevini yerine getirdikten üç gün sonra, 10 Ekim 1987’de 77 yaşında sürgünde hayata gözlerini kapadı. 16 Ekim 1987’de TBMM’de yapılan cenaze töreninin ardından, 18 Ekim’de, Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verilişi, on binlerin katılımıyla gerçekleşecek ve 12 Eylül sonrasının en büyük kitle gösterilerinden birine dönüşecekti.

Behice Boran adaletsizliğin, vicdansızlığın, eşitsizliğin, baskının, sömürünün, hürriyetsizliğin ve ümitsizliğin doğallaştırılıp kanıksatılmak istenmesi karşısında “bir çocuk gibi şaşarak” yaşadı. Adalet, vicdan, eşitlik, hürriyet ve ümit için hiç yılmadan mücadele etti. Sıradan bir devrimci gibi önüne çıkan her işin ucundan tuttu. Bilge bir kuramcı olarak memleketinin tarihini, yapılarını analiz etti; bunlardan yola çıkarak yarının Türkiye’sine ilişkin sonuçlar çıkarmaya çalıştı. Genç bir yurtsever, bir sosyolog, bir öğretim üyesi, bir kuramcı, bir siyasetçi ve lider olarak Cumhuriyet tarihinin parlayan yıldızlarındandı. Hapisle, sürgünle, sansürle, mahrumiyetle cezalandırıldı ömrü boyunca. Yine de ışığı asla söndürülemedi.

 

 

Kaynakça:

 

[1] Tuba Akekmekçi ve Tuğba Yıldırım (ed.), Behice Boran’ın Mektupları II, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2013, s. 25.

[2] Annesi Mahire Boran’a ABD Ann Arbor’dan yazdığı 13 Kasım 1938 tarihli mektuptan: “Geçen Perşembe benim doğduğum gündü. Sabahleyin saat sekiz buçukta telefon çaldı. Cevap verdim: Vahibe… Atatürk’ün öldüğünü haber verdi. ‘Yirmi sekizinci yaşıma amma da iyi bir havadisle giriyorum!...’ dedim.” Akekmekçi ve Yıldırım, Mektuplar I, s. 91. Ablası Nefise Ural’a yazdığı 11 Kasım 1934 tarihli mektuptan: “Dün doğduğum gündü.” age., s. 225.

[3] Behice Boran, TBMM 686 numaralı Zat ve Sicil Dosyası.

[4] Tuba Akekmekçi ve Tuğba Yıldırım (ed.), Behice Boran’ın Mektupları I, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2013, s. 54.

[5] Mumcu, Bir Uzun Yürüyüş, s. 20.

[6] Akekmekçi ve Yıldırım, Mektuplar I, s. 241.

[7] A.Ü. DTCF Personel Arşivi, Behice Boran Dosyası, “Sicil Ahval Kâğıdı”.

[8] Akekmekçi ve Yıldırım, Mektuplar I, s. 31.

[9] Akekmekçi ve Yıldırım, Mektuplar I, s. 63.

[10] ABD’den annesine yazdığı mektuplarda en son Ocak 1946’da babasına selam ediyor. Eldeki mektuplar içinde bundan sonrakilerin selam kısmında babasını anmıyor.

[11] Akekmekçi ve Yıldırım, Mektuplar I, s. 91.

[12] Mumcu, Bir Uzun Yürüyüş, s. 23.

[13] Akekmekçi ve Yıldırım, Mektuplar I, s. 20.

[14] Akekmekçi ve Yıldırım, Mektuplar I, s. 84.

[15] Akekmekçi ve Yıldırım, Mektuplar I, s. 226.

[16] Behice Boran, TBMM Zat ve Sicil Dosyası, “Hal Tercümesi”.

[17] Aytül Kasapoğlu, 60 Yıllık Gelenek: DTCF’de Uygulamalı Sosyoloji, Ankara, Ümit Yayıncılık, 1999, s. 362.

[18] Ernst E. Hirsch, Anılarım: Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi, çev. Fatma Suphi, Ankara, TÜBİTAK Yayınları, 341.

[19] Bayındır, Akıntıya Karşı Behice Boran, s. 51.

[20] Akekmekçi ve Yıldırım, Mektuplar I, s. 245.

[21] Akekmekçi ve Yıldırım, Mektuplar I, s. 83.

[22] Akekmekçi ve Yıldırım, Mektuplar I, s. 98.

[23] Mediha Esenel, Geç Kalmış Kitap, İstanbul, Sistem Yayıncılık, 1999, s. 101-102.

[24] Osman Yüksel Serdengeçti, Mâbetsiz Şehir, Ankara, Kardeş Yayınları, 1969, s. 14.

[25] Mübeccel Kıray, Toplumsal Yapı, Toplumsal Değişme, İstanbul, Bağlam Yayınları, 1999, s. 70.

[26] Akekmekçi ve Yıldırım, Mektuplar I, s. 108.

[27] Türkiye siyasal tarihine “DTCF Tasfiyesi” olarak geçen bu sürecin ayrıntıları için bkz. Atılgan, Behice Boran, s. 83-115. Ayrıca Bkz. Çetik, Üniversitede Cadı Kazanı.

[28] Mîna Urgan, Bir Dinozorun Anıları, İstanbul, YKY, 2002, s. 216.

[29] Ayşegül Yaraman ve Ali Ergur, “Mübeccel Kıray ile Söyleşi”, Ayşegül Yaraman (yay. hzl.), Biyografya: Behice Boran, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2002, s. 105.

[30] Urgan, Bir Dinozorun Anıları, s. 216.

[31] “Genel Başkan Behice Boran’ın Barışseverler Derneği ile ilgili Konuşması”, Çark Başak, S. 14, 1976, s. 3.

[32] Mumcu, Bir Uzun Yürüyüş, s. 45.

[33] Mehmet Ali Aybar, Mehmet Ali Aybar’ın Müdafaaları ve Mektupları (1946-1961), Barış Ünlü (yay. hzl.), İstanbul, İletişim Yayınları, 2003.

[34] Aybar, Müdafaalar ve Mektuplar, s. 198.

[35] Aybar, Müdafaalar ve Mektuplar, s. 202, 210.

[36] Mumcu, Bir Uzun Yürüyüş, s. 54.

[37] Boran, Türkiye ve Sosyalizm, s. 43.

[38] Urgan, Bir Dinozorun Anıları, s. 216.

[39] TBMM Tutanak Dergisi, “Yirmi Dokuzuncu Birleşim”, Dönem: 2, Cilt: 2, Toplantı: 1, 28.12.1965, s. 92-94.

[40] TBMM Tutanak Dergisi, “Otuz Beşinci Birleşim”, Dönem: 2, Cilt: 24, Toplantı: 3, 02.02.1968, s. 151-160.

[41] TBMM Tutanak Dergisi, “Kırk Altıncı Birleşim”, Dönem: 2, Cilt: 25, Toplantı: 3, 20.02.1968, s. 466-473.

[42] Nihat Sargın, TİP’li Yıllar (1961-1971): Anılar Belgeler-II, İstanbul, Felis Yayınları, 2001, s. 1004.

[43] Behice Boran, Basın Bülteni, Ankara, 12 Mart 1971.

[44] Oya Baydar, “Sevgi İçin Bir Önsöz”, Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003, s. 7-16.

[45] Atılgan, Behice Boran, s. 212.

[46] Baydar, “Sevgi İçin”, s. 10-11; Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003, s. 58.

[47] Soysal, Yıldırım Bölge, s. 31.

[48] Soysal, Yıldırım Bölge, s. 31.

[49] Behice Boran, İki Açıdan Türkiye İşçi Partisi Davası, İstanbul, Bilim Yayınları, 1975.

[50] Soysal, Yıldırım Bölge, s. 31.

[51] Atılgan, Behice Boran, s. 212.

[52] Soysal, Yıldırım Bölge, s. 31.

[53] Atılgan, Behice Boran, s. 213.

[54] Akekmekçi ve Yıldırım, Mektuplar II, s. 33.

[55] Atılgan, Behice Boran, s. 218.

[56] Türkiye İşçi Partisi, Türkiye İşçi Partisi Program ve Tüzüğü, İstanbul, Türkiye İşçi Partisi, 1975.

[57] Türkiye İşçi Partisi, 1 Mayıs ’79: İşçi Sınıfı Unutmayacak ve Affetmeyecektir, İstanbul, Kent Basımevi, 1979, s. 65

[58] Atılgan, Behice Boran, s. 252.

[59] Behice Boran, “Bu Oyun Bozulmalıdır”, Yürüyüş, S. 236, 1979, s. 10.

[60] “Boran: TRT Konuşmalarımda Burjuva Partilerinin Aldatma Yöntemleri Açıklandı”, Yürüyüş, S. 260, 1979, s. 2.

[61] “Unutmayacağız, Faşizmi Ezeceğiz”, Yürüyüş, S. 184, 1978, s. 5.

[62] Mumcu, Bir Uzun Yürüyüş, s. 9.

[63] Erol Köktürk, Minnacık Bir Dev: Avukat Necla Fertan Ertel, Kendi Ağzından Yaşam Öyküsü, İstanbul, Metis, 2001, 287.

[64] Nihat Sargın, Son Nefesine Kadar, İstanbul, Amaç Yayıncılık, 1988, s. 9-12.