12 Eylül ve YÖK: Sermaye Birikiminin Akademik İdari Aygıtı

Daima Konu Görseli

Samet Demiryürek yazdı...

1960’ların başı, Türkiye’de toplumsal muhalefetin sahneye çıktığı bir dönemdi: işçi sınıfı meydanlara inerken, üniversite gençliği yükseliyor; köylüler ve şehirlerdeki meslek grupları örgütleniyordu. Bu yükselişin henüz ilk yılının ilk yarısı biterken, 27 Mayıs 1960 darbesi 10 yıllık Demokrat Parti (DP) iktidarını devirdi. Ardından kabul edilen 1961 Anayasası, egemen çevrelerin “toplumsal uyanış ekonomik gelişmeyi açtı”, “bu anayasa toplumun bedenine bol geliyor” sözleri eşliğinde 12 Mart 1971’de budanana kadar, görece bir özgürlük ortamı yarattı.

Görece özgürlük ortamı, kitleselleşmenin sinyallerini veren sol düşünce için ideal bir zemin oluşturdu. 21 Aralık 1961’de yayın hayatına başlayan Yön Dergisi, Doğan Avcıoğlu ve Mümtaz Soysal öncülüğünde, 1950’lerin Amerikan meftunluğunu tersine çevirerek ABD karşıtı anti-emperyalist bir iklim yaratma noktasında son derece etkili oldu. ABD’nin dünya genelinde işlediği suçları ana akım basının aksine, ısrarla gündemine taşıdı. 60’lı yıllar boyunca siyaset, emekçilerin ve gençliğin aktif katılımı sonucu halksallaşırken; dönemin başbakanı Süleyman Demirel’in “Morrison Süleyman”dan “Çiftçi Süleyman”a dönüşen söylemi, bu toplumsal baskının en net tezahürlerinden biriydi.

13 Şubat 1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP), 1965 seçimlerinde 14+1 milletvekili ile parlamentoya girerek işçi sınıfının siyasal hareketini taçlandırdı. Aynı dönemde kurulan Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF), üniversitelerin demokratikleşmesi, eğitimin niteliği ve öğrenci haklarının genişlemesinde belirleyici oldu. Yükselen bu toplumsal hareketler, devletin gölge destekli milis yapılanmaları ve komando kampları aracılığıyla bastırılmaya çalışıldı.

1970’lere gelindiğinde, DİSK öncülüğündeki eylemler ve 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi, sermaye sınıfının çıkarlarını tehdit eder hale geldi. 12 Mart 1971 Muhtırası, bu sosyal uyanışı kesintiye uğratmak istediyse de işçi hareketi ve devrimci gençlik tam anlamıyla tasfiye edilemedi. Denizlerden Mahirlere, Harun Karadenizlerden Sinan Cemgillere, Ulaş Bardakaçılardan İbrahim Kaypakkayalara uzanan devrimci gençlik, fabrika ile kampüs arasındaki bağı güçlendirerek 70’ler boyunca sol-sosyalist hareketi canlı tutmaya çalıştı. Bu birleşik cephe, sermaye sınıfı açısından varoluşsal bir tehdit haline geldi.

Egemen sınıfların bu korkusu, 12 Eylül 1980 darbesinin sınıfsal niteliği ile somutlaştı. Kenan Evren, darbe gecesi okuduğu bildiride üniversiteleri, üniversite gençliğini ve öğretim üyelerini “anarşinin sorumluları” olarak suçlayarak cezalandırılacaklarını ilan etti. Hedef, 1968’den beri büyüyen gençlik hareketlerini, özerk, eleştirel akademik geleneği kökten tasfiye etmekti. Dönemin ünlü iş adamı Halit Narin’in “bugüne kadar işçiler güldü, bundan sonra gülme sırası bizde” (Yaşlı, 2024;297) minvalindeki sözleri ise sermaye sınıfının memnuniyetini ve 12 Eylül’ün sınıfsal niteliğini gözler önüne sermektedir.

Bu politikanın akademideki kurumsal ifadesi ise 4 Kasım 1981’de kabul edilen Yükseköğrenim Yasası ile 6 Kasım 1981’de yürürlüğe giren Yükseköğretim Kurumu (YÖK)’dur. YÖK yalnızca idari bir düzenleme değil, sermaye sınıfının ihtiyaç duyduğu “piyasaya uyumlu” üniversite modelinin inşasıdır. Üniversiteler tek merkezden kontrol altına alınarak öğretim üyelerinin ve öğrencilerin politik etkinlikleri denetim altına alınmış, akademik özgürlük tank paletleri arasında ezilmiştir.

İlk YÖK Başkanı ise, adı siyaset sahnesinde ilk olarak 1965’te Cemal Gürsel ve Süleyman Demirel tarafından, meclis dışı başbakan isteği doğrultusunda anılan İhsan Doğramacı (İD)’dır.

Bu kısımda YÖK’ün kuruluş şemasını kısaca tanımlamak gerekiyor; 24 üyeden oluşan Yükseöğretim Kurulu ve 1 Başkan. 24 üyenin 6’sını Bakanlar Kurulu; 1’ini Genelkurmay Başkanlığı; 2’sini Milli Eğitim Bakanı; 8’ini Üniversiteler Arası Kurul, kalan 7 üyeyi ve başkanı ise Cumhurbaşkanı atamaktadır (Tunçay,1983; 684).

Şehmus Güzel (1991) Ekin Belleten’in 4. sayısında yayımlanan yazısında YÖK’ü “yakın gelecekte acısı daha derin hissedilecek bir darbenin, üniversite ve onun aracılığıyla bilim ve kültür yaşamımızda açtığı yaranın adı” olarak tanımlıyor. Güzel’in yazısını kaleme aldığı 1991 yılında 10. yılını tamamlayan YÖK kurumsallaşmış, başkanı İhsan Doğramacı (İD) ise kurucular arasında yer aldığı için artık eleştirilemez hale gelmiştir. 1933 yılında Nazi şiddetinden kaçarak Türkiye’ye gelip, Ankara Üniversitesi ve İstanbul Üniversite’sinde 19 yıl boyunca  öğretim üyeliği yapan Prof. Ernest Hirch, Federal Almanya’da yayımlanan bir dergide, YÖK için şu çıkarımları yapıyor: “Yasada egemen olan görüş, tüm yüksek öğrenim alanının tıpkı askerlik alanı gibi, bir bütün olarak devlet yaşamının bir parçasını oluşturma doğrultusundadır ve bu alan çeşitli yönetim kadrolarına bölünmüş olmakla birlikte yukarıdan aşağıya hiyerarşik olarak düzenlenmiştir.” (akt. Güzel,1991).

Darbeyi yapan Milli Güvenlik Konseyi (MGK) tarafından kurulan YÖK, Hirch’in bahsettiği piramidin tepesinde yer alarak, yüksek öğretim alanında adeta bir kurmay işlevi görmekte; üniversiteler, yüksek okullar, enstitüler birer birim gibi YÖK’e bağlı çalışmaktadırlar. (Güzel,1991; 5). Kenan Evren’in darbe sabahı okuduğu bildiri doğrultusunda darbeciler, üniversiteleri kışlaya çevirirken; fakülteler ise tek tip insan üretim merkezlerine dönüştürüldü.

Darbeyi gerçekleştiren generaller toplumsal yapıyı ve kurumları yeniden düzenlerken üniversiteleri de bu düzenlemenin dışında bırakmak istemediler. Yeni yapılanmalar otoritenin başat olması, çok sesliliğinin kısılması ve devletin kamusal yaşam üzerindeki denetimlerinin yoğunlaşması gibi temellere dayanmaktadır. YÖK sisteminin kurumsallaşmasını da bu açıdan düşünmek gerekir. Gencay Şaylan, 1988’de Cumhuriyet’te yayımlanan yazı dizisinde neden İD’nin başkanlığına uygun görüldüğünü şu cümlelerle açıklar:

“YÖK, kamuoyu tarafından pek benimsenmemiş ve eleştiriler zamanla şiddetlenmiştir. Eleştirilerin odağında ise Prof. Doğramacı bulunmaktadır. Doğramacı sanki YÖK sisteminin tek başına sorumlusuymuş gibi bir görüntüyle gündeme gelmiştir. Kuşkusuz ki YÖK düzeni, başlangıçtan beri Doğramacı’nın eliyle gerçekleşmektedir ama unutulmamalıdır ki Doğramacı sadece bir uygulayıcı konumundadır. Sistem 12 Eylül güçleri tarafından hazırlanmış ve akademik olmaktan çok yönetsel becerileri ile ün yapar Profesör Doğramacı uygulayıcı olarak seçilmiştir.” (Şaylan,1988)

İD’nin akademik başarılarından çok yönetsel becerileri ile gündeme gelmesi, kamuyounda sıkça tartışılan bir konuydu. Bir gazeteci İD’ye “ne zaman Ankara’da bir davet yapsanız bir araya getirilmesi en olanaksız üst düzey diplomatları bir araya getiriyorsunuz. Bu uluslararası manevra kabiliyetini nasıl sağladınız” sorusunu yöneltmiş, İD ise bu soruya tıp dünyasındaki tanınırlığı üzerinden yanıt vermiştir. “Yani “kulis becerisi”, “iş bitiriciliği”, akıl almaz maddi ve mali olanakları değil de “mesleki faaliyetleri” onu bu noktaya getirmiş.” (Güzel,1991; 11)

1915’te Kerkük’te varlıklı ve soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen İhsan Doğramacı, 1941’de Osmanlı Sadrazamlarından Mahmut Şevket Paşa’nın yeğeniyle evlenerek 1947’de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına kabul ediliyor. Yön’ün 21 Mayıs 1965 tarihli 112. sayısında İhsan Doğramacı hakkında imzasız bir yazı bulunmaktadır. Bu yazıda Doğramacı “key-man” (dış çevrelerin Türkiye’deki kilit adamı) olarak tanımlanır ve üniversite çevrelerindeki faaliyetlerinin derin bir şaşkınlık uyandırdığı söylenir. 1965-80 arasındaki 15 yıllık süreçte İD, daha kurulmadan önce YÖK’ün getireceği düzenin en hararetli savunucularından biri olmuştur. Bu kişisel bağlantılar ve uluslararası ilişkiler ağı YÖK’ün başına geçerek üniversiteleri merkezi bir bir idari yapıya bağlayacak “uygulayıcı” figür olmasında belirleyici rol oynamıştır.

İD, gelirinin önemli bir bölümünü uluslararası ilişkilerini kurmak ve geliştirmek için kullanıyor, bunları da Türkiye’ye abartılı biçimde yansıtmanın yollarını arıyordu. Kasım-Aralık 1981’de Yükseköğretim Yasası’nı savunmak için Avrupa ve Atlantik ötesi ülkelerin rektörlerini kendi parasıyla Ankara’ya davet ederek toplantılar düzenlemesi bu amaca yönelik bir girişimdir. YÖK başkanlığına getirildikten sonra dış ilişkilerini geliştirmek ve dış destek sağlamak için önemli gördüğü kişilere fahri doktor unvanları dağıtması da aynı stratejinin bir parçasıydı. Bu isimlerden bazıları şunlardır; Pakistan Devlet Başkanı Ziya-Ül Hak, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, Federal Almanya Cumhurbaşkanı Weizsäcker ve NATO Genel Sekreteri Lord Carrington (Güzel,1991; 6-10).

Doğramacı, YÖK başkanlığını üstlenmesinin ardından, emirlerini harfiyyen yerine getirecek, çizdiği sınırların dışına çıkmayacak ve her konuda kendisine sadık kalacak isimleri dekan ve rektör olarak atamaya başladı. YÖK’ün kuruluşu ile neredeyse tüm üniversitelerin yönetim kadroları değiştirildi. Atanan rektörler, Doğramacı’nın en iyi “çömezleri” olduklarını ilk fırsatta gösterdiler. 27 rektör, 1982 Anayasası’nda YÖK’ün yer alması için Danışma Meclisi’ne ortak bir başvuru yaptı. Nitekim başvuru olumlu sonuçlandı ve YÖK, Anayasa’nın 130 ve 131. maddeleriyle anayasal bir kurum olarak düzenlenerek varlığı güvence altına alındı (Güzel,1991; 23-24).

YÖK, askeri rejimin yarattığı baskı, Yükseköğrenim Yasası’nda tanınan yetkiler, anayasal güvence altına alınması, Doğramacı’nın ilişkileri ve YÖK ile Doğramacı’nın eleştirilmesinin Sıkıyönetim Komutanlıkları tarafından fiilen yasaklanması ile “devlet içinde devlet” konumuna gelmiştir. Darbeciler ve Doğramacı’ya göre üniversitelerin “işlevlerini daha iyi yerine getirebilmek için kesinlikle siyasi iktidarın denetimi altına girmemesi” gerekiyordu. Ancak YÖK, bizzat darbeyi yapan MGK tarafından kurulmuş, başkanı ve üyeleri darbeciler tarafından atanmıştır. Doğramacı, YÖK’ün kuruluşu ile gerçekleşen tasfiyeler için “sorumluluk bütünüyle üniversitelere aittir, işe son verme yasasının YÖK ile ilgisi yoktur” demiştir. “Oysa daha YÖK’ün kuruluşunun üzerinden 3 yıl geçmemişken görevden alınan öğretim üyelerinin sayısı 374; istifa veya erken emeklilik yoluyla ayrılanların sayısı 949’a ulaşmıştır” (Güzel,1991; 16).

Bu süreçte Doğramacı, yalnızca YÖK’ün başındaki isim olarak değil, yükseköğretim alanını kökten önüştürmeyi hedefleyen bir aktör olarak da öne çıktı. 12 Eylül ve YÖK ilişkisinin bir diğer önemli sac ayağı ise bu dönemde vakıflar aracılığıyla kurulan Bilkent Üniversitesi’dir. Doğramacı, YÖK ile elde ettiği yetki ve denetim imkanını, Türkiye’de “vakıf üniversitesi” modelinin öncüsü olacak bu projeyi hayata geçirmek için kullandı. Nitekim 1984’te kurulan Bilkent, hem 12 Eylül’ün yarattığı siyasal iklimin hem de Doğramacı’nın “piyasaya uyumlu” üniversite anlayışının somut bir ürünü olarak öne çıktı.

Yazının son bölümünde Doğramacı ve vakıflar ilişkisine değinmekte fayda görüyorum:

Doğramacı, basınla iyi ilişkiler içinde olmaya özen gösteriyor, kurduğu yardım vakıfları aracılığıyla (geneli çocuk sağlığı ile ilgili vakıflar) kamuoyunda “yardımsever” imajı çiziyordu. Bu vakıflar ilerleyen süreçte yalnızca sağlık ve yardım vakıflarıyla sınırlı kalmayacak, Doğramacı’nın büyüyen vakıfları şirketleşmeye başlayacaktı. İşte bunlardan bazıları: Metaksan Kağıt Üretim Tesisleri, Tepe Mobilya, Betopan Tesisleri, Bilgisayar Tesisleri, Beytepe İnşaat Şirketi vb. (Güzel,1991; 17).

Basının yanısıra uluslarası ve ülkedeki bürokrasi ile arasını iyi tutan Doğramacı yemek ve brifingler düzenliyor, burada ağırladığı bürokratlar ile kendi olanaklarını genişletiyordu. 1983’te YÖK’ün bütçesi, Sosyal Güvenlik, Gençlik ve Spor ile Ticaret Bakanlıkları’nın toplam bütçesinden daha fazlaydı. 1984’te Doğramacı, Turgut Özal’dan ek 5,5 milyar bütçe talep ederken; YÖK’ün  bütçeden aldığı pay 1985’te 150 milyar seviyesine çıkıyor. 1990 yılına geldiğimizde YÖK’ün bütçeden talep ettiği bütçe ise 2,5 trilyona ulaşıyor.

Bu doğrultuda akıllara şu senaryo gelmektedir; Vakıf şirketleri üniversiteler için çalışacak; üniversitelerin bütçeden aldıkları paylarla yapmak istedikleri inşaat, onarım, ek bina vb. işler bu vakıf şirketleri tarafından üstlenilecek; bu şirketlerin ürettiği mobilya ve kağıt gibi ürünler yine üniversitelere satılacaktır. Meclis tarafından YÖK’e ve üniversitelere ayrılan bütçe bu yolla vakıf şirketlerine aktarılacak, ardından bu vakıflar Türkiye’nin ilk özel üniversitesini kuracaktır. Böylece Doğramacı, “Bilkent’in bütün ihtiyaçlarını kendi cebimden karşılıyorum” diyerek övünebilecektir (Güzel,1991; 17-19).

 

NOT: Yapılan tasfiyeleri ve atamaları detaylı incelemek için bkz. Güzel,1991.

Kaynakça

Bir başbakan adayının karyokinez sevdası. (1965). Yön(112), 6.

Güzel, M. Ş. (1991). YÖK dünyası. Ekin Belleten(4), 5-41.

Şaylan, G. (1988). ve 12 eylül yök'ü yarattı. Cumhuriyet, 14.

Tunçay, M. (1983). YÖK. Cumhuriyet dönemi türkiye ansiklopedisi (s. 680-688). içinde İstanbul: İletişim Yayınları.

Yaşlı, F. (2024). Antikomünist şebeke. İstanbul: Yordam Kitap.