Kemalistlerin Muhalefetle İmtihanı: Lozan’dan İzmir Suikastı’na
Giriş:
Yazım, Büyük Taarruz Zaferi'nden 1927 seçimlerine kadar olan Kemalist cenah ile bu cenaha muhtelif şekilde muhalif olan cenahın Kemalistlerden ayrışmasını ve Kemalistler ile olan kavgasını anlatmaktadır.
Teşekkür kısmı:
Yazımı yazarken fikirlerini benle paylaşan, perspektifimi geliştiren Cenk Başboğaoğlu'na, bana sunduğu kaynaklarla yardım eden Berke Türk'e, zor günlerimde bana motive kaynağı olan kardeşim Ada Soysal’a ve değerli dostum, şefim, can yoldaşım, Ömer Türkmen'e teşekkürler.
ÖZET
30 Ağustos 1922'den sonra Atatürk karizmatik otoritesini kullanarak devrimleri ortaya koymaya girişecekti. Devrimleri seçkinler vasıtasıyla yapmak zaruriydi. Çünkü Kemalistlerce benimsenen felsefe ‘’Rousseaucu, jakoben devrimci cumhuriyet’’ti. Devrimci cumhuriyetin devrim kısmına karşı çıkanlar ise muhalefeti oluşturacaktı. Muhalefet, önce karizmatik yapılarını iktidar ile pay ederek Kemalistlerin içinden çıkacak, onlardan müstakil yapı oluşturacak ve bu yapıyı evrimci -mütekamil- cumhuriyetin inşası için kullanacaktı.
Kemalistlerin muhalefetle olan imtihanı, benimsenen felsefelere bakılarak anlaşılır. Kemalistler aşağıdan yukarıya doğru gelen devrimlerin fazla zaman aldığını ve görüşlerini "bu zaman içinde beklerken emperyalizm de bekleyecek mi?" şeklinde ifade ederken, muhalefete göre ise "devrimler yukarıdan aşağıya tecebbür vasıtasıyla gelirse, toplumun huzursuzluğu artar, millet devletine küser" anlayışı hakimdir. Bu iki farklı görüşün savunucuları, geçmişte yaşanılanları tekrar yaşatmamak için varlardır.
Devrimci cumhuriyet, haklıya yahut haksıza bakmaksızın her olay neticesinde milletin müşterek menfaatini ortaya koyarak bir taşla iki kuş vurmayı yol edinmiştir. Bu minvalde Ankara’daki muhalefetin tasfiyesini, İttihatçıların tasfiyesini açıklamak daha mümkün olmaktadır. Ayrıca, vurulan ikinci kuş bizlere Kemalist devrimin sosyo-politik görüşlerini de açıklamaktadır. Bu denli geniş perspektiften yapılacakları iyice gözden geçirip tatbik sahasına koymak ancak Atatürk’ün siyasi bir deha olmasıyla açıklanabilir.
Eserde, Atatürk’ün önüne gelen durumları nasıl değerlendirdiği esas konudur. Siyasi zekanın nasıl oluştuğu ise ancak benimsediğinin ne olduğuna ve nasıl davrandığına bakılarak anlaşılabilir. Ankara'daki siyaset oyunları külliyatımızdaki "kurtlukta düşeni yemek kanundur" düsturu ile özetlenebilir.
SUMMARY
After August 30, 1922, Atatürk would attempt to introduce revolutions using his charismatic authority. It was necessary to make revolutions through the elite. Because the philosophy adopted by the Kemalists was "Rousseauist, Jacobin revolutionary republic". Those who opposed the revolutionary part of the revolutionary republic would form the opposition. The opposition would first emerge from the Kemalists by sharing their charismatic structure with the government, create an independent structure from them, and use this structure for the construction of an evolutionary republic. The Kemalists' test with the opposition can be understood by looking at the philosophies adopted. Kemalists say that revolutions coming from the bottom up take too much time and their views are "will imperialism wait while waiting in this time?" According to the opposition, the prevailing mentality is that "if revolutions come through top-down influence, the unrest of the society will increase and the nation will become resentful of the state." Advocates of these two different views exist to prevent the past from happening again.
The revolutionary republic has achieved the goal of killing two birds with one stone by presenting the common interest of the nation in every event, regardless of whether it is right or wrong. In this context, it is more possible to explain the liquidation of the opposition in Ankara and the liquidation of the Unionists. Moreover, the second bird also explains to us the socio-political views of the Kemalist revolution. Thoroughly reviewing what to do from such a broad perspective and putting it into practice can only be explained by Ataturk being a political genius. In the work, The main issue is how Atatürk evaluated the situations that came his way. How political intelligence is formed can only be understood by looking at what it embraces and how it behaves. The political games in Ankara can be summarized with the motto in our corpus: "It is the law to eat one's share of the wolf".
ATATÜRK’ÜN FİKİR YAPISI
Milli Mücadele'nin kazanılmasıyla -rejimin deyişiyle dış düşmanların def edilmesiyle- birlikte sıra artık devlet kurmaya gelmişti. Savaş esnasında belirginleşen ulus devlet kurma yolu bu zaferden sonra ufukta gözükmüştü. Bu devleti kurmak için rejim gerekirse zor da kullanacaktı.[1] Bu zor kullanmayı Atatürk Rousseau'dan etkilenerek benimsemişti. Esasen etkilenmemişti, etkilenmesi gereken kişiyi bulmuştu. Kemal Atatürk, bilhassa Osmanlı tarihindeki somut yenilgiler silsilesini okuyup yorumladığında etkilenmesi gereken kişinin Rousseau olduğunu buldu.[2] Atatürk'ün fikir yapısını okuduğu ve yorumladığı somut olaylar şekillendiriyordu. Heper'in bulgusu Atatürk'ün fikirlerini soyut bir düzlemde değil, somut olaylara dayalı olarak geliştiğini ortaya koymuştur.[3] Bu fikir yapısı, gerek Rousseau olsun gerek ise Atatürk'ün sonraki siyasal hayatındaki olaylar olsun, hep yaşanan somut olaylardan sonuç çıkararak yaşamayı emretmektedir. Tarihin tanık ettiği olayların tekrarlanmaması için Atatürk, Rousseau'yu esas almış ve 30 Ağustos'tan sonra Taha Akyol'un deyişiyle kurmay zekasıyla beraber [4] ulusun, devletin ve ulus devletin inşaasına koyulmuştur.
Rousseau'ya göre halk kendi iyiliğini ister fakat bunu her zaman göremez.[5] Halkın istediği iyiyi gören, bunu icraata dökebilen ve halka yol gösteren aydın bir kişiye ihtiyaç vardır. Aydın kişi toplumun ne halde olup ne hale getirileceğini tespit eden iyi bir analizcidir. Bu aydın kişi, bir toplum mühendisi olacağından ve bir ulus yaratacağından fevkalade güce ve yetkilere sahip olmalıdır. Bu nedenle kuvvetler bir kişinin elinde toplanmalıdır. Rousseau bu "salahiyet" kısmını şöyle açıklıyor:
"Yasa ve mekanizmasının insanların korunmasına engel olabileceği tehlikeli anlarda, her şeyi kesip atan bir baş seçilir ve o yasaları yapar, halkın egemenliğini bir süre durdurur. (...) Cumhuriyetin ilk günlerinde sık sık diktatörlüğe başvurulmuştur; çünkü devlet yalnız ana yapısından aldığı güçle tutunacak kadar değişmez bir temelden yoksundu."[6]
Rousseau'nun "tehlikeli anlar"da; lider yani yasacı millete müsavidir. Liderin kafasından geçenler, milletin istedikleridir ama millet henüz o aydınlığa erişememiş olduğundan icrayı lider yapacaktır.
Atatürk de henüz gençlik yıllarından itibaren bulunduğu "pek kutuplu" toplumu iyi analiz etmiş, ve kuruluş yolunu Rousseau'da bulmuştur. Bu kutuplu toplum ve yukarıda belirttiğimiz yenilgiler silsilesi nedeniyle Atatürk Rousseau'yu benimsemiştir. Nejat Kaymaz, Atatürk'ün milliyetçiliği somut olaylardan çıkarılacak sonuçlar neticesinde benimsediğini doğru bir ifade ile şöyle belirtmektedir: "Kurtuluş Savaşına giriştiği zamana değin, öğreniminde ve karyerinde, onun kafasını doğal olarak genellikle millet ve milliyetçilik fikirleri işgal etmiştir. Yalnız bu iş Atatürk'de ideolojik bir tutku değil, tersine, -Osmanlı İmparatorluğunu yaşatma amacıyla ardı ardına girişilen yapay ve yanlış uygulama sonuçlarından ders çıkararak- eleştirici ve gerçekçi bir değerlendirme ya da bilimsel irdeleme biçiminde olmuştur."[7]
Rousseau'nun ayrıca belirttiği "lider eşittir millet" anlayışı Kemalizm'de önemli bir yer tutmuştur. Örnek olarak 1923 seçimlerinde adayları Atatürk'ün belirlemesi ve bunu millete mal etmesi gösterilebilir.[8] Kısacası, Atatürk Rousseau'dan etkilendiği için inkılap kanununu ortaya atmamıştır. Atatürk içinde bulunduğu toplumu aydın bir hale getirmek, Atatürk'ün deyimiyle halkı aydınlar seviyesine çıkartmak için, Rousseau'yu bulmuştur. Rousseau, Atatürk'ün fikir hayatındaki aparattır. Amaç, toplumun aydınlaştırılmasıdır. Araç ise Rousseau'nun koyduğu esaslardır. Atatürk için Rousseau bir olmazsa olmaz, saplantı değildir. Rousseau, Atatürk'e dönemin koşullarına göre benimsenebilecek en iyi filozoftur. Atatürk, o devrin şartlarına göre Rousseau'yu benimsemiştir, günümüzde Kemalizm bir kurtuluş yolu olarak görülecekse, bu Rousseau'nun koyduğu esaslar çerçevesinde gerçekleşmek zorunda değildir. Çünkü Rousseau bir aparattır. Cahit Tanyol da haklı olarak Atatürk’ün devrimi bir araç, bir aparat olarak gördüğüne değinir.[9] Aparatın, günün şartlarına göre bazı parçaları atılabilir, aparat yine günün şartlarına göre değiştirilebilir.
Milli Mücadele esnasında Gazi bazen cumhuriyete karşı olduğunu, bazen saltanatı getireceğini bazen ise komünizm geleceğini beyan etti. Bu beyanlar 29 Ekim 1923'te gerçekleştireceği ideali yani cumhuriyeti kurmak içindi. Yönteme değil, sonuca bakılıyordu. Atatürk, her türlü aracı bir amaca, bir sonuca hizmetçi kılmak için kullanmıştı. Sonuca varılmıştı, artık dış düşmanlar def edilmişti, savaş bitmişti. Artık, inkılap kanunu devri başlamıştı. Gazi bunu "inkılabın kanunu mevcut kanunların üzerindedir"[10] diyerek açıklamıştır. İnkılabın kanunu ile kast edilmek istenen devrimci cumhuriyet anlayışıdır. Atatürk bunu devrin gereklerine ve somut olaylara müstenit olarak yorumlamış ve benimsemiştir. Zaferden sonra devrimci cumhuriyet için çalışmalara başlayacaktır. Ama âdeta bir tesadüfmüşçesine aynı anda paşaların kavgası da başlamaktadır. Bu kavga daha doğru bir ifade ile Rousseaucu devrimci cumhuriyet ile liberal cumhuriyetin bir çatışması olarak anlaşılmalıdır. Atatürk'ün devrimci cumhuriyeti benimsemesinin sebeplerini yukarıda arz etmiştik. 17 Kasım 1924'te Terakkiperver Fırka'yı kuracak olan kadro da liberal cumhuriyet anlayışını somut olaylara dayandırmıştı. Her ne kadar TCF'ye İttihatçı olarak atıfta bulunulmasına rağmen, Rauf Bey'in Umumi Harp'te çıkan diktatörlük çıbanının tekrar baş göstermemesi için liberal cumhuriyet anlayışını benimsediğini söylemek mümkündür. Sadece İttihat ve Terakki diktatörlüğü değil, dünya tarihinde okudukları olaylar da onları liberal cumhuriyet anlayışına itmiştir.
Liberal-gelenekçi olarak adlandırılan TCF, cumhuriyete karşı değildir; sadece Kemalist rejim ile kendileri arasında yaşanmışlıklara bakarak ders çıkarma anlayışlarında farklılıklar mevcuttur. Kemalistler, Osmanlı'nın geri kalışını ve yıkılışını göstererek, saray ve halkın ayrıştığını imleyerek devrimci cumhuriyetin kurtarıcı olduğuna kanaat getirmiştir. TCF kanatı ise devrimci cumhuriyetin getirdiği kuvvetler birliği ilkesinin geçmişte diktatörlüklere yol açtığını, bir denetim mekanizması olmazsa, bir kişinin devleti kendi tekeli altına almaya çalışıp ve bu konuda devrimci cumhuriyet ile yola çıkılırsa başarılı olabileceğini belirtmişlerdir. Çatışmanın özü Rousseau'nun ve Montesqiueu'nun çatışmasıdır. Bu çatışma Rousseau-Montesqiueu şeklinde olmasa da daha çok duygusal sebeplerden ötürü henüz Lozan Antlaşması esnasında İsmet Paşa ile Rauf Bey arasında başlamıştır.[11] Savaş bitip de sıra devrimlere geldiği zaman iyice kendini hissettirmiştir. Çatışmanın son merhalesi ise İzmir Suikastı girişimi davasıdır. Suikastte tertip olunan davalar artık devrin sonunu gösterir. Muhalefet devri bitip otorite devri başlamıştır. Muhalefet devrinde inkılaplar kanunlaşmış, otoriterlik devrinde ise bu inkılaplar sağlamlaştırılmıştır. Sağlamlaştırılan inkılapları kavramak için "son merhale"yi değil, ilk merhalelerin çıkış nedenlerini de ortaya koymak gerekir. Böylece son merhaleyi ve son merhaleden sonra açılan kapıyı kavramak daha mümkün olmaktadır.
İKİNCİ MECLİS’İN TEŞKİLİ
Atatürk, 30 Ağustos Zaferi'nden sonra artık fırsat buldukça yeni devletin esaslarını açıklamaya, paylaşmaya başlayacaktı. Milli Mücadele esnasında milletin müşterek menfaati için yapılan komünizm söylemleri, İslamcı tonda yayınlanan beyannameler dönemi bitmişti.[12] Kurtuluş Savaşı zaferle sonlandıktan sonra Mahmut Esat Bozkurt'un şahit olduğu bir anı artık Atatürk'ün kafasındaki ideali yansıtmaktadır, milletin menfaati için söylenen sonuç odaklı sözleri değil: "Meclis'te müezzin beş vakit ezan okur, imam cemaate namaz kıldırırdı. Dikkate değer ki, Kurtuluş Savaşları zaferle taçlandıktan sonra, Atatürk Ankara'ya döndü. Meclis kapısı önünde resmi üniformasıyla, bekleyen imam efendi Atatürk'ü durdurdu, ellerini kaldırdı fakat dinî duaya başlar başlamaz, Atatürk hiddetle: Burada böyle şeylere lüzum yoktur. Bunları camide yapabilirsiniz! Biz Savaşı dua ile değil, Mehmetçiğin kanıyla kazandık!" dedi ve imamı kovdu."[13]
Bu olaydan sonra Lozan görüşmelerinin hayli hararetli geçtiği ve kesintiye uğradığı vakitlerde, Atatürk düşüncelerini daha net şekilde ortaya koyacaktır: Hem Batı mefkûresi anlayışı, hem de devrimci cumhuriyet anlayışı. Atatürk'ün yeni devletin esaslarını Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı zamanının seçmesinin nedeni ise bilhassa İngiltere'ye kurulacak yeni devletin Batı mefkuresini benimsediği izlenimini vermekti. Atatürk burada Batı'ya atıflarda bulunarak aslında Lozan'dan daha kârlı çıkmayı hedefliyordu. O yüzdendir ki yeni söylemini tam görüşmelerin kesildiği anda söylemeyi uygun bulmuştu. Bu yeni söylemde sıkça kuvvetler birliği esasına atıfta bulunacak ve hatta kuvvetler ayrılığının irticaya yol açtığını beyan edecekti.[14] Kuvvetler birliğinin yanında da inkılap kanunu mevcuttu. İnkılap kanunu, mevcut kanunların üzerindeydi, mevcut kanunun atıl kaldığının en iyi göstergesi de Nisan 1923'te gerçekleşecek olan seçimlerdir. Meclisi, inkılapların ortaya koyulmasının zamanının geldiğine inanan Gazi oluşturacaktır. Yeni söylemin icraat sahasına girmesi ancak Gazi’nin oluşturduğu meclisle mümkündür. Yapılacak reformlar için Gazi başka bir meclisle ahenkli şekilde çalışmak istemekteydi.[15] 1923 seçimlerinden önce Gazi'nin oluşturulacak yeni meclis için görüşleri önem arz etmektedir. Gazi bu yeni meclisin içinde muhalefet olmasını istememekteydi. Özellikle, ARMHC'den (Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti) kalan teşkilatlanma ile Gazi, seçimleri kontrol etme gücüne sahipti. Eline geçen bu gücü muhalefetsiz bir meclis oluşturmak için kullanacaktı.
Birinci Meclis hakikaten çok görüşlü ve farklı fikirlerin bulunduğu bir meclis idi. Bir direnişin teşkil olması için Gazi, din adamlarından tutunuz da solculara -yani iştirakçılara- solculardan tutunuz da liberal-gelenekçi görüşlü kişilere kadar, yerel eşrafın da mevcut olduğu, içinde pek çok görüş taşıyan mozaik bir meclis oluşturmuştur. Bilhassa burada yerel eşrafın ve ulemanın etkisi önemlidir, çünkü genel direnişi örgütleyebilecek güç onlardadır.[16] Anadolu'da genel bir direniş teşkili başlarken, meclis içinde çeşitli cenahlar belirecektir. Birinci Meclis içinde Mustafa Kemal Paşa'nın diktatör olmasından korkan, Paşa'dan kuşku duyan mebuslar, meclis içinde İkinci Grup'u oluşturacaktır. Birinci Grup, Kemal Paşa'nın uygulamak istediklerine onay verme amaçlı, İkinci Grup adı altında örgütlenen muhalefet ise Kemal Paşa'nın çeşitli şekilde uygulamak istediği şeylerin diktatörlüğe varacağı düşüncesiyle kurulacaktır. İkinci Grup üyeleri, göreceğiz, cumhuriyet devrinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'na katılacaklardır. Birinci Meclis devrinin bitimiyle İkinci Meclis oluşturulma çabalarına girişte, Atatürk hayli dikkatli davranacak, olabildiğince az muhalifi meclise sokacaktır. Gazi bu meclisin bir devrim meclisi olmasını bilmesine rağmen Terakkiperver safından olan Rauf Orbay, Refet Bele, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy gibi isimleri bu meclise dahil edecektir. İkinci Meclis, her ne kadar Atatürk'ün oluşturduğu bir meclis olsa dahi, Bülent Tanör'ün de belirttiği üzere bu meclis bir 'evetleyici'[17] nitelikte olmamıştır. Peki, Atatürk'ü, muhalefette bulunabilecek kişileri meclise almaya iten düşünce nedir? Atatürk'ün bu harekette bulunmasının iç ve dış sebepleri mevcuttur: İç sebebi, henüz daha Kurtuluş Savaşı'ndan çıkıldığı evrede mücadeleye en az Gazi Paşa kadar önem vermiş komutanların tasfiyesinin nüfuzunu kırıcı, daha Birinci Meclis açılır açılmaz üzerine atılan diktatörlük vasfının üzerine yapışması ihtimali, Gazi'nin paşaları meclise almasında etkendir. Paşaların orduda nüfuzu vardır hatta Karabekir Paşa'nın askerlikten istifasından sonra bile hayli nüfuzu vardır. 1926'da İzmir Suikastı nedeniyle yargılanacak olan Kazım Karabekir, mahkemeye çıkacakken mahkeme başkanı Kel Ali salonda bulunan askerlere oturun demesiyle Karabekir'e olan saygılarından ötürü oturmamışlardır. Mahkeme esnasında ise uçaklar "Karabekir suçsuz" yazılı kağıtlar atmışlardır.[18] 1923 senesinde, Karabekir'in nüfuzunun 1926'dan daha fazla olduğu dönemde, böyle bir tasfiyeye girişmek, Gazi açısından da akıllıca görülmemiştir. Ayrıca etken olan ise seçimlerin ikinci Lozan görüşmelerinin hemen öncesinde yapılmasıdır. Lozan görüşmelerinde cepheleşme yaratmak iç mücadeleye yol açacaktı, bu da Lozan'da koz vermemize sebep olacaktı.[19] Dış etken ise Lozan'daki devletlerin Türkiye'yi çağ dışı, kendileriyle eşit bir devlet olarak görmemesidir. Lozan'da konu adli kapitülasyonlara gelince hayli hararetli tartışmalar çıkmış, İtilaf devletleri kendini üstün çıkarmak için Türkiye'deki mevcut hukukun geri olduğunu belirtmiştir. İtilaf bakımından Türkiye geri bir memleket olarak algılanmaktadır. Aynı süreçte hem Atatürk batılı söylemlerini arttırarak, Türkiye'nin ileri bir ülke olduğunu belirtecek, hem de İsmet Paşa ile Lozan'a giden Rıza Nur, artık Osmanlı'nın bittiğini, Türkiye'nin tam anlamıyla çağdaş ve laik olduğunu belirtecektir.[20] Ankara Lozan'daki eşitsizlik durumunu böyle bozmaya çalışacaktır. Bu eşitsizliği bozmaya çalışırken yeni devletin esaslarını da koymuşlardır. Kısacası, bu hareket aslında korkuları dindirecek bir etkiye sahiptir. Atatürk aslında burada iki şeyi hedeflemektedir: Hem Atatürk'ün deyişiyle kız gibi bir meclis yani muhalefetsiz meclis yaratmak, bu meclis ile devrimleri gerçekleştirmek; hem de bu meclisi yaratırken muhtelif şekilde muhalif olabilecek kişileri, sonraları TCF adını alacak cenahı meclise alarak, mevcut muhaliflerini haksız çıkarmak ve bilhassa orduda dirayeti sağlamak. Ayrıca dünyaya artık Türkiye'nin de İngiltere gibi Fransa gibi devletlere Osmanlı ile ilişiği kalmayan ileri bir memleket olduğunu duyurmak.
İkinci Meclis, inkılap meclisiydi ama Gazi Paşa da o günün şartlarına göre bir hamlede bulunmak zorundaydı. O yüzden bu yolu seçti, Kurtuluş Savaşını kazanan komutanları meclise alması şartların gerektirdiği bir eylemdi. Cumhuriyet ilan olunduktan sonra yavaş yavaş bu cenah sindirilecektir. Ama daha henüz cumhuriyet ilan olunmamıştır. Cumhuriyetin ilanından önce Lozan Antlaşması'nın meclis tarafından onanması lazımdır. Lozan'ı Gazi'nin bizzati olarak oluşturduğu meclis onaylayacaktır. Birinci Meclis'te Lozan'ın kesintiye uğradığı günlerde çok büyük tartışmalar çıkmış, her mebus kendi görüşünü beyan etmişti. Lozan'ın onanacağı Ağustos 1923'lerde ise ne kadar Gazi'nin meclisi hakim olsa da, tıpkı Birinci Meclis'teki tartışmalar yaşanacaktır. Bu da bize Atatürk'ün istediği muhalefetsiz meclisin tam olarak oluşmadığını gösterir. Bilhassa cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk meclisteki muhalifleri tasfiye etmeye girişecektir.
İkinci Meclis her ne kadar Gazi'nin oluşturduğu bir meclis de olsa tartışma kültürünü korumayı bilmiştir. Örnek vermek gerekirse: 1924 Anayasası'nın tartışıldığı Nisan günlerinde ateşli bir Kemalist olan Mahmut Esat (Bozkurt) Bey, komisyon tarafından hazırlanan anayasa taslağındaki cumhurbaşkanının yetki ve salahiyetlerine karşı çıkmıştır.[21] Ayrıca 1930'larda İçişleri Bakanlığında bulunacak olan Şükrü Kaya mecliste Lozan Antlaşması'na karşı çıkması ve eleştirmesi de dikkate haiz noktalardan biridir.[22] Ayrıca Şükrü Kaya Lozan Antlaşması'na mecliste red oyu vermiştir. Varlık Vergisinin mimarı Şükrü Saraçoğlu'nun da tıpkı Mahmut Esat Bozkurt gibi 1924 anayasasında cumhurbaşkanlığına verilen yetkilere karşı gelmesi önemlidir.[23] Hatta Fethi Bey hükümeti kurulunca, kurulan kabinede Şükrü Saraçoğlu'nun ve Mahmut Esat Bozkurt'un yer alması basında hükümetin ılımlı olduğu kanaatini güçlendirmiştir.[24] Bu kişilerin demokrasiye olan saygısı önemlidir çünkü bu kişiler 1930’lu yıllarda Kemalist yönetimde önemli mertebelere yükseleceklerdir. Şükrü Kaya, Mahmut Esat Bozkurt'un demokrasiye olan saygısı yaptığı söylemlerden, konuşmalardan belli olmaktadır. İkinci Meclis'in anti-demokratikliğine rağmen, Birinci Meclis'teki tartışma ortamı yitirilmemiştir. Gazi'nin istediği meclis modeli 1927'de yapılacak seçimlere müstenit olarak hazırlanan meclistir. Bu minvalde; 1920 Meclisi kurtuluş, 1923 Meclisi kuruluş, 1927 Meclisi ise Gazi'nin istediği kıvamda olan muhalefetsiz meclistir. Yıllar geçtikçe oybirliği ile kabul edilen kanunların sayısı artacaktır.
İkinci Meclis, sonuç olarak, bir kuruluş meclisidir. İkinci Meclis'in içinde bazı muhaliflerin yer alması Gazi Paşa'nın Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi dönemin şartlarına göre hareket ettiğini gösterir. O, dönemin şartlarına göre paşaları meclise alacak, yine dönemin şartlarına göre paşaları mahkemeler ile idam sehpaları arasında getirip götürecektir. Çünkü mevcut olan inkılabın kanunudur.
CUMHURİYETİN İLANI VE HALİFELİK MAKAMININ İLGASI
Lozan'ı onaylayan, cumhuriyeti ilan eden İkinci Meclis adeta ayrışmaları tem'âşa eylemiştir. Bu ayrışmayı Gazi Paşa istiyordu, liberal-gelenekçi muhalefeti günün şartlarına göre istemiyordu. Kuruluş esasları sağlam atılmalıydı. Cumhuriyetin ilanı muhalafeti tasfiye etmenin ilk adımlarındandı. Lozan'daki İsmet Paşa'nın Karaağaç konusunda Rauf Bey'i suçlaması, Atatürk'ün de İsmet Paşa'ya verdiği destek nedeniyle ihtilâl çocuklarını yavaş yavaş yemeye başlamıştı. Cumhuriyetin ilanı esnasında ise TCF'li kadronun Ankara dışında mevcut olması, o dışlanmayı hissettiren etkenlerden birisidir. Cumhuriyetin ilanı vesilesiyle Gazi'ye ve İsmet Paşa'ya tebrik mesajı yazan Karabekir Paşa'nın Gazi'den aldığı 'rutin' cevap, bu dışlanmayı gösterir.[25] Öyledir ki cumhuriyet, meclise az kişinin iştirakı ile ilan edilmiştir. Cumhuriyetin ilan olunacağı günlerde yani Gazi'nin cumhuriyetin ilan edilmesi için çıkardığı hükümet krizi esnasında, sonradan TCF kanadı olarak adlandıracağımız mebuslar Ankara dışındadır. Bu kanatın içindeki Ali Fuat Paşa cumhuriyetin ilan olunacağını sezmesine rağmen ilan gününün 29 Ekim olacağını bilmemektedir. Ali Fuat, olacaklardan bihaber şekilde 28 Ekim'de İstanbul'a yola çıkıp 29 Ekim sabahı Rauf Orbay, Adnan Adıvar ve Refet Paşa ile buluşacaktır.[26] Kazım Karabekir ise Kars'ın kurtuluşu için düzenlenen törenler için Trabzon'dadır. Hepsi de olacaklardan habersizdir. Gazi, bu kanadın Ankara dışında olmasından faydalanarak cumhurbaşkanına verilecek olan yetkilerin fazla tartışılmadan geçirilmesini sağlamıştır. Mecliste cumhuriyet zaten 158 mebusun katılımıyla ilan olunmuştur. Bu sayı oldukça azdır; meclisin açıldığı Ağustos günlerinde, Lozan'ın onandığı günlerde bu sayı 220-227 arasındadır. O günden cumhuriyet ilanına kadar olan süreçte yeminini eden mebusların katılımıyla mebus sayısı daha fazla olması gerekirdi. Karabekir'e göre mebus sayısı 291 olmalıydı.[27] Lakin, 29 Ekim'de bu sayı 158'de kalmıştır. Gazi'nin aklında muhalefet olmadan ilan için sayıyı az bırakmak icap etmiştir. Eğer muhalefet olsaydı neler olurdu, sorusunun cevabı Emin Bey örneğidir: Eskişehir mebusu Emin Bey, cumhurbaşkanının partisiz olmasını savununca bir kargaşa doğmuş, diğer mebuslar sıra kapaklarına vurarak Emin Bey'i protesto etmişlerdir.[28] Bu kargaşa, ufak bir eleştiri getirmeyle çıkmıştır. Bu bize daha fazla muhalifin mevcut olacağı bir mecliste nasıl tartışmalar çıkabileceğini gösterir.
Cumhuriyetin ilanından sonra basında çeşitli tartışmalar vuku bulacaktır. Dönemin mevcut siyasileri cumhuriyete karşı değillerdir, cumhuriyete karşı bir saltanatlığı önermezler. Falih Rıfkı Atay'ın koyu şeriatçı olarak nitelediği Velid Ebuzziya[29] dahi cumhuriyete karşı olmamakla beraber, Milli Mücadele'deki meclis hükümeti sisteminin devam ettirilmesini savunuyordu.[30] Siyasilerin karşı oldukları şey cumhuriyetin nasıl olacağıydı. Muhalefet, Montestquieu'nun cumhuriyet anlayışındadır. Hukuka uygunluk ve mevcut kanun onlar için önem iktiza eder. Ama Atatürk'e göre mevcut kanun inkılap kanunu karşısında atıl düzeyde kalmıştır. Ayrışmanın özü budur: Kuvvetler birliği ve kuvvetler ayrılığı yani Montesquieu-Rousseau ayrışması.
Gazi, kuvvetler ayrılığını pek çok yerde yermiş hatta bunu savunanları mürteci ilan etmiştir.[31] Nutuk'ta da TCF'lilere mürteci yakıştırmasının sebeplerinden biri bu olabilir. Ayrıca Nutuk'un yazıldığı evrenin siyasi ayrışmanın son evresi olduğundan bir sinirle de bu yakıştırmalar yapılmış olabilir. Nutuk'taki sinirin neyden olduğunu yazıldığı dönemde aranmasını belirtmekte fayda vardır. Bu sinir, her ne kadar şahıs ismi belirtilmese de Atatürk'ün 1931 senesinde bastıracağı tarih kitaplarına da yansıyacaktır.[32] 1935 senesinde İhtilâlde nizam oturduktan sonra Atatürk TCF kadrosuna karşı ılımlaşacak Sina Akşin'in daha muhafazakar olduğunu belirttiği Refet Bele'yi[33] ve yakın arkadaşı Ali Fuat Paşa'yı meclise bağımsız mebus olarak sokacaktır. Eğer ki TCF Atatürk tarafından bir ihanet şebekesi ve karşı-devrimcilerin kurduğu bir parti olarak görülseydi, bu paşaların meclise alınması beklenmez bir şey olurdu. 10 yıl sonra bazı paşaları meclise almayı uygun gören Gazi, 10 yıl önce paşaları tasfiye etmeye girişmişti. Onun bu hareketi dönemin koşullarına göre tavır almayı emrediyordu.
10 yıl önce yani 1920'li yıllarda TCF'nin karşı çıktığı devrimci Rousseau ekolü cumhuriyettir. Karşı oldukları şey diktatörlük korkusudur. Rauf Bey, cumhuriyetin ilanından birkaç gün sonra yayınlanan mülakatta İttihat ve Terakki'ye atıfta bulunarak şunları söyleyecektir:
"Aksi takdirde isim değiştirmekle veya üst tabakada şekil değişmesi ile hakiki ihtiyaçların temin edilmiş olacağını zannetmek özellikle yakın geçmişte gördüğümüz acı tecrübelerden sonra, büyük hata olur. (...) Cumhuriyet şeklinin bir günde kararlaştırılarak ilan, halkça gayrimesul [sorumsuz] zevat tarafindan tertip edilen bir șeklin emr-i vaki [oldubitti] halinde ihdas edildiği fikri ve endişesi hasıl oldu... Bu süratin elbet hukümetçe zaruri görülen bir sebebi vardır.. Kamuoyunun bunu bilmesi tabii hakkıdır..."[34]
Aynı şekilde Rauf Bey gibi mecliste tartışılıp konuşulması gerekenlerin parti içinde tartışılmasına karşı çıkan Ahmet Emin Yalman ise henüz cumhuriyet ilanından önce şunları söyleyecektir: "Hükümet'e karşı olan tenkit ve münakaşalar Meclis'te değil, Grup'un gizli bir toplantısında ileri sürülüyor. Umumi efkâr sebepleri değil ancak neticeleri haber alıyor. Bu hareket tarzı, memleket için de Parti için de zararlıdır. Umumi efkârla adım adım temas halinde kalmadan, hükümet işlerini yürütmenin imkânsız olduğu o kadar çok defa belirmiştir ki bunu bir kere daha denemeye lüzum yoktur."[35] Tekrar etmekte fayda var: yazımızın girişinde söylemiştik, yaşanmışlıklardan ders çıkararak gelecek hakkında fikir ürettiler diye. Rauf Bey, İttihat ve Terakki'yi ima ederek Kurtuluş Savaşının sona ermesiyle hürriyete kavuşulduğunu, hürriyetin devam ettirilmesi için liberal cumhuriyeti, Kemalistler ise geri kalmış Osmanlı'yı ima ederek yapılacak devrimlerle muasır medeniyetleri yakalamak gerektiğini, bu nedenle de devrimci cumhuriyeti savunacaktır. Buradaki fark perspektif sorunudur. Rauf Bey 10 yıl içinde yaşananları perspektifine katarak tekrar bunların yaşanmasının önüne geçilmesi için liberal cumhuriyeti, Kemalistler bu 10 yılı da içine alarak 200 seneyi geniş bir perspektifle değerlendirip devrimci cumhuriyeti savunacaklardır.
Rauf Bey, yukarıda alıntıladığımız mülakat hasebiyle CHF içinde sorguya çekilecektir. Rauf Bey'e bu toplantıda ağır suçlamalarda bulunulacak, henüz hilafet ilga edilmemişken Rauf Bey'in halifeyi ziyareti, İsmet Paşa tarafından cumhuriyeti tehlikeye sokmak olarak yorumlanacaktır. İsmet Paşa'nın "halife zihninden bu memleketin mukadderatına karışmak arzusunu" hıyanet-i vataniye olarak görmesi hilafetin kaldırılacağına da işarettir. Hilafetin sonu ufuktadır, gözükmüştür. İsmet Paşa'nın hilafetin kaldırılmadan yaklaşık 3 ay önce hilafeti hıyanet-i vataniyeye vardıracak sözler söylemesi inkılap kanununun da üstün olduğunun bir göstergesidir. Cumhuriyeti ilan edenler, halifeyi de göndererek artık tek otorite olmayı düşünmektedir. Muhalifler ise cumhuriyete karşı olmasalar da, halifenin kalmasından yanadır. Muhaliflerin hilafeti savunmalarının nedeni dini sebepler değildir, muhaliflerde eğer ki yönetim diktatörlüğe giderse, hilafeti denetim mekanizması olarak tutabiliriz, görüşü mevcuttur. Hilafetin kalmasını isteyenlerin dış sebebi de mevcuttur: Hüseyin Cahit, hilafeti dış siyasa alanında Türkler için bir güç olarak görmektedir.[36] Milli Mücadele esnasında hakikaten de hilafetin bir güç olduğu kanıtlanmıştır. Ankara Hükümeti, halifeyi kurtarmayı vaat ederek Hint Müslümanları'nı etkilemiş, onlarda da bağımsızlık ruhunun uyanmasına vesile olmuştur. Hint müslümanları açısından hilafetin ehemmiyeti büyüktür. Hint Müslümanları hilafetin kurtarılacağına inanarak İngilizler'e karşı baskı durumu oluşturmuştur.
Rauf Bey'in sorgusu ve sonrasında İsmet Paşa'nın hilafet hakkındaki sarf ettiği sözler, dünya basınına da yansımıştır. Hint Müslümanlarından Ağa Han ve Emir Ali, hilafetin korunmasını Gazi'ye ve İsmet Paşa'ya mektup yazarak rica etmektedir. Fakat bu mektuplar onlara ulaşmadan İstanbul basınına ulaşmıştır. Mektupların Gazi ve İsmet Paşa'dan önce basına sızması, Gazi'nin hilafetin kaldırılması esnasında gözdağı vermek amaçlı kurulacak olan İstiklal Mahkemelerinin kurulmasına meşruiyet sağlamıştır.[37] Gözdağı, bilhassa İstanbul basınına ve muhalefete verilecektir. Bu vesileyle, cumhuriyet ilanı ertesi, halifenin görevinde kalmasını savunan başta Lütfi Fikri olmak üzere çeşitli gazeteciler tutuklanmıştır. Halifenin görevinde kalmasını savunmak suç değildir, çünkü hâlâ hilafet kurumu mevcuttur. Ama mevcut kurumun fevkinde inkılap vardır. İnkılabın kararlılığı da bu tutuklamalar aracılığıyla gösterilmiştir. Tutuklamalardaki yani verilen gözdağındaki amaç, kararlılığı göstermektir, hilafeti kaldırmakla doğacak olan muhtemel muhalaefeti susturmaktır. Bu kararlılık gösterildikten sonra hapse alınanlar affedilecek ve basın ile barışa gidilecektir. Gazi bu aralarda ordunun desteğini almak için toplantılar yapmaktadır. Toplantılara Karabekir ve Ali Fuat Paşaların davet edilmemesi yine ilerilerde iplerin gerileceğinin işaretidir.
3 Mart 1924'te üç laik devrim olarak adlandırılan devrimler dizisi kabul edildi. Şeriye ve Evkaf Vekaleti ve Genelkurmay Vekaleti'nin başkanlığa dönüştürülmesine Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na meclis içinde pek muhalefet edilmemiştir. Fakat hilafetin ilgası sadece meclis değil CHF içinde de tartışma konusu olmuştur. Bilhassa "hilafetin mülga" olduğuna dair ifadeye karşı gelinmiştir. Bu nedenle hilafetin mülga olması yerine "hilafetin mecliste mündemiç" ifadesi kabul edilmiştir. Yani, halifelik makamı kaldırılmıştır ama halifeliği meclis devam ettirmektedir. Hilafet ne kadar kağıt üzerinde kaldırılmamış olarak, mecliste mündemiç olarak gösterilse de, mevcut hilafet Milli Mücadele'deki hilafetten hayli atıl düzeyde kalmıştır. İngiltere, bir hilafet makamı mevcut olmadığı için, Musul konusunda daha cüretkar şekilde davranmıştır. Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal Paşa, hilafeti kullanarak Ankara ile Hint Müslümanları'nı birleştirerek İngiltere'ye baskı durumu oluşturmuştu. Lakin dediğimiz gibi makam mülga olduğundan İngiltere'nin üzerinde baskı durumu ortadan kalkmıştır. Üstelik hilafetin kalkması bir mürteci isyana (Şeyh Sait İsyanı) yol açarak, Musul konusunda bir zaafın daha teşekkül etmesine vesile olmuştur.
Ankara aslında hilafeti kaldırarak İngilizleri Musul konusunda yumuşatmak hedeflemekteydi. Ama Ankara yanılmıştı, aksine İngiltere'nin eli daha da güçlenmişti. İngiliz Dışişlerinden Mr. Randel'ın yaptığı değerlendirme dikkate haizdir:
"Türkler şu anda Doğu milletlerini peşinden sürükleyecek milletler içerisinde en sonuncusudur. Halifeliğin kaldırılmasıyla İslam dünyasındaki liderlik mevzilerini bilinçli olarak kaybetmişlerdir."[38]
TERAKKİPERVER CUMHURİYET FIRKASI
Tarih 17 Kasım 1924. Rejimin en somut laiklik göstergelerinden olan 3 Mart devrimleri olarak adlandırılan devrimler kabul edilmiştir, 1924 Anayasası yürürlüktedir, Cumhuriyet birinci yaşını doldurmak üzeredir. Cumhuriyet doğum gününde istemediği bir hediye ile karşılaşacaktır: Bu, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'dır. Tıpkı Milli Mücadele'deki gibi Gazi, bu fırkanın teşkiliyle bir taşla iki kuş vurma olanağını elde etmiştir. Hem ileride göreceğimiz Atatürk'ün anlatımıyla "komplo" münasebetiyle ordu-sivil ayrımını gerçekleştirecek, hem de tehlikede gördüğü muhtemel muhalefeti tasfiye imkanını elinde daha iyi tutabilecek, CHF'yi ve orduyu denetim altına alacaktır. Gazi'ye göre bu komplo 26 Ekim 1924 tarihinde Kazım Karabekir'in Birinci Ordu Müfettişliğinden ve Ali Fuat Paşa'nın da İkinci Ordu Müfettişliğinden istifa edip mebusluğa dönmesiyle başlamıştır. Karabekir'in istifa sebebi ise bellidir, ordu içinde dışlanıp etkisizleştirilmelerinden dolayı parti teşekkülü için istifa vermiştir.[39] Gazi, bu istifa olayını bir taklib-i hükümete yani darbeye kadar vardırır. Ona göre onlar ilk orduda nüfuz sağlayarak başlamışlar, Ekim 1923'ten Ekim 1924'e kadar olan devrimler onları biraz cumhuriyete karşı bir hareket için daha da yakınlaştırmıştır. İstanbul basını ve ayrı olarak Adana'daki Tokgöz gazeteleri bu örgütlenmeye ortaktır. Basının yarattığı fikir kargaşası, Nasturi ayaklanmasının çıktığı esnada çıkmıştır. Bu gibi sebepler bir komplonun teşekkülü için yeterlidir.[40]
Atatürk, komploya karşı bir harekette bulunmalıdır. Eğer ki 1. ve 2. Ordu Müfettişi Kazım ve Ali Fuat Paşalar komplonun siyasi ayağını sağlamak için istifa ettiyse, Gazi de diğer paşaları mebusluktan istifa ettirecektir. Bu şekilde hem Atatürk orduda kontrol sağlamış, hem de Soner Yalçın'ın dediği üzere TCF'nin kurulmasıyla asker-sivil ayrımı gerçekleşmiştir.[41] Cafer Tayyar Paşa hariç diğerleri mebusluktan istifa ederek orduda kalacak, Cafer Tayyar Paşa ise "komplo"ya katılacaktır.
İstifalardan sonra Ali Fuat Paşa ve Kazım Karabekir Paşa meclise sokulmayacaktır. Paşaların meclise alınmamasının sebebi, henüz devir teslim işlemi olmamasına bağlanacaktır. Atatürk'e göre orduyu beş satırlık istifa kağıdıyla bir başına bırakan paşalar disiplinsizlik sergilemiştir.[42] Bu disiplinsizliğin cezası paşaların bir süreliğine meclise alınmamasıyla verilecektir. Paşaların meclise sokulmadığı esnada gensoru görüşmeleri yapılmaktadır, ve gensorunun reddiyle İsmet Paşa hükümeti güvenoyu alacak, bu da muhaliflerin CHF'den istifalarına yol açacaktır. İstifalardan sonra Halk Fırkası parti tüzüğünü değiştirecek, partiyi merkeze bağlayarak sıkı denetim altına alacaktır. Verilen en önemli karar, partili mebusların merkezle uymayan kararları desteklemesinin önüne geçilmesidir. Bu vesileyle muhalifler partiden ayrılmaya başlayacak, TCF saflarına geçeceklerdir. Böylece ayrılma gerçekleşmiş, TCF'nin oluşma süreci hızlanmıştır. Ayrıca partiden ayrılan mebusların yeni kuracakları partide (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) 'cumhuriyet' isminin yer alması münasebetiyle Halk Fırkası ismini Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirecektir.
TCF, gücünü Milli Mücadele'deki mirastan alıyordu. Mustafa Kemal Paşa Milli Mücadele'den kalan karizmatik mirasıyla CHF'yi kurmuştu. Diğer paşaların kalan mirası ile TCF kurulacaktır. TCF, miras anlayışını daha sağlam temellere oturtmuştu. TCF, İttihat ve Terakki istibdadından sonra Milli Mücadele'de kazanılan hürriyetin kutsiyetini cumhuriyet ile birleştirerek, yükselen ve sayılmaya başlanan hürriyet sevdasını kullanarak, CHF'nin eski yaşanmışlıkları tekrar yaşatmaması için kurulmuştu. Aynı zamanda düşünsel olarak değil, Milli Mücadele'de kazandıkları mevcut karizmaları, kitleler üzerinde bir etki yaratabilecek güçte olacağından partiyi kurmakta sakınca görmediler. Hem karizmaları, hem de yükselen hürriyet trendini yakalamalarıyla, yaşanmışlıkları tekrar yaşatmak istemediklerini belirtmeleriyle, liberal ve demokrat bir programla TCF doğdu. Böyle olduklarını kendi programlarında aynen (liberal ve demokrat) belirtmişlerdir. TCF'nin programı siyasal hayatta da bir ilki ifade ediyordu. TCF'nin kurulduğu güne değin hiçbir parti belli bir ideoloji veyahut görüşe bağlı olarak ortaya ayrıntılı ve teorik bir program koymamıştı. Fakat TCF'nin programı Halk Fırkası'nın 9 Umdesi'ne nazaran daha teferruatlıydı. Gazi, Nutuk'unda 9 Umde'yi teferruatsız ve pratik olmasıyla yüceltecekti. Ayrıca TCF, sadece CHF ile farkları olan bir parti değildi. TCF'nin kurulmasıyla beraber sahip olunan sıfatlar da değişecekti, ilk başta Kemalistler'e addedilen milli hakimiyetçi sıfat TCF'ye geçecektir. CHF ise ileri hareketçilik yani devrimcilik sıfatını üstlenecektir.[43]
TCF'nin teşekkülünden sonra Gazi, iç siyasa arenasında pragmatik bir üsluba bürünecektir. Bu pragmatik üslubun ilk aşaması Hakimiyet-i Milliye'de yayımlanan TCF hakkındaki sözleridir: "Milli Hakimiyet esasına dayanan ve bilhassa cumhuriyet idaresine sahip bulunan memleketlerde siyasi fırkaların mevcudiyeti tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti'nde de yek diğerini denetleyen fırkaların kurulacağında şüphe yoktur."[44]
Zürcher, Gazi'nin TCF'ye aslında kin dolu sözler sarf ettiğini belirtir[45] ama asıl mesele yumuşak bir dilde Hakimiyet-i Milliye'de bu satırların yayınlanmasıdır. Yumuşak üslup kendini hükümette de belirtecektir, radikal İsmet Paşa istifa edip yerine ılımlı olarak nitelendirilen Fethi Bey hükümeti kurulacaktır. Gazi'nin mutedil hareketlerde bulunmasının amacı TCF'nin kurulmasıyla CHF'den istifa edecek mebusların sayısını azaltmaya yöneliktir. TCF açılır açılmaz basında da CHF'den TCF'ye geçiş olacağı haberleri yer almıştı. Zaten CHF, partili mebusların merkezle uyuşmayan beyanatlarda bulunmasını yasaklamıştı. Bu vesileyle CHF'den istifalar ile TCF'ye bir geçiş yaşanmıştı. Gazi, tuttuğu ılımlı üslup ile de CHF'de daha fazla oluşacak istifaların önüne geçmeyi umdu ve CHF'yi dirleştirdi. İsmet Paşa Hükümetini istifa ettirip yerine Fethi Bey'i getirmesiyle de bunu gösterdi. Yine oluşan şartlara göre davranarak bir politika izlemişti.[46] Zaman gelişip bu şartlar değiştikçe Gazi, istediklerini bir bir uygulayacaktır. Henüz şartlar oluşmadığından dolayı bir tutukluk mevcuttur.
Hükümet Terakkiperverlilerin uygun bulduğu ve güvenoyu verdiğı ılımlı Fethi Bey başkanlığında oybirliği ile 22 Kasım 1924'te kurulmuştur. Hükümet aslında Sevr Antlaşması gibidir, ölü doğmuştur. İstanbul belediye başkanının halk tarafından seçilmesine karar veren hükümete tepki olarak Recep Peker'in istifası, bu hükümetin sonunu göstermiştir. 2-3 ay sonra patlak verecek olan Şeyh Sait İsyanı ile de radikal kanat yaptığı işlerin tüm meşruiyetini bu isyana bağlayarak önceden olduğu gibi "tutuk" şekilde davranmayacaktır. Yapılacak icraatlar, isyana istinat ettirilecektir. Andrew Mango'ya göre ayrıca Şeyh Sait İsyanı, tek parti yönetiminin oturmasını ve kültürel değişimi sağlamıştır.[47] İsyan, Kemalist iktidarın işine o kadar yaramıştır ki İngiliz İstihbarat Servislerinde isyanın Kemalistlerce çıkartıldığı bile öne sürülecektir.[48]
ŞEYH SAİT İSYANI VE TAKRİR-İ SÜKUN KANUNU
13 Şubat 1925'te başlayan isyan dinsel nitelikliydi, her ne kadar içinde Kürt milliyetçileri de bulunsa Şeyh Sait de Kürt milliyetçisi olan Azadi örgütüne mensup olsa bile yapılan devrimlere karşı olduğunu söyleyerek, dinin elden gittiğini, hilafetin kaldırıldığını beyan ederek isyan yayılabilecektir. İsyan milliyetçi realitelere istinat edilerek değil, hilafeti kaldırarak laikleşmeyi savaş için meşruiyet zemini oluşturarak yayılmıştır. İsyanı Kürt milliyetçilerinin planladığını söyleyebiliriz fakat Kürt milliyetçileri kutuplu ve feodal Kürt kitlelerine hitap edememiş, isyan din unsuru sayesinde yayılabilmiştir. Ayrıca Kürtler'de milli ruhu uyandıracak bir sosyal olay da mevcut olmadığından (savaş, soykırım vb.) isyan dinsel unsurlar aracılığıyla yayılmak zorundaydı. Sina Akşin de aynı şekilde Kürtlerin aşiret bağlarını göstererek isyanı bir ulusçu isyan niteliğine sokmamıştır.[49] İsmet Paşa da hatıratında bu isyanı milli bir isyan kategorisine sokmamaktadır.[50] Aslında isyanın niteliğinin bu denli tartışılmasının sebebi yapılacakların ne olacağına karar vereceğindendir. Ankara'da isyanın niteliği iki türlü değerlendirilmekteydi; Devrimci CHF'li kanat isyanın irticai bir vaka olduğunu, TCF'li liberal kanat ise Kürtçülükle bu isyanın başladığını beyan etmekteydi. İsyanın niteliği önemlidir, eğer ki isyan milliyet esasına müstenit olarak vuku bulmuşsa orada alınacak tedbirler ve orada kurulacak olan mahkemelerle bastırılacaktır. Fakat isyan irticai temelliyse ülkedeki tüm muhalefet şebekeleri suçlu bulunacaktır. İngiliz İstihbaratında çalışan James Morgan da raporunda bu konuyu şöyle belirtmektedir: [Türk]" hükümeti, isyanın irticai olduğu ve belli tesirlerin altında asilerin dini duygularıın sömürüldüğü görüșündeymiş gibi yapıyor. Din kisvesi altına gizlenmeye çalışarak vatana ihanet, șiddetle cezalandırılır. Bu arada, irticai ve dini hareket, hükümete, sıkıyönetimin arkasına gizlenerek her türlü muhalifini arayıp bulma ve susturma fırsatı da verir. İstanbul da henüz sıkıyönetim ilan edilmemişken, bu fikrin tartışması yapılıyor ve 'İstiklal Mahkemelerinin burada yeniden kurulması mümkün görünüyor."[51] Kemalistlerce bu isyan bir karşı devrim hareketidir. TCF'lilere göre ise isyan cumhuriyeti sarsacak güçte olmadığından dolayı sadece isyana iştirak edenler yargılanmalıdır. TCF ile CHF arasındaki asıl görüş ayrılığı da burada mevcuttur. CHF, isyanın irticai nitelikte olduğunu söyleyerek İstanbul basınını da işin içine katacak, bu karşı devrim hareketi olduğundan memleketteki tüm rejime muhalif olanlar bu harekete dahil edilecektir. Tıpkı Terakkiperver'in içine tüm rejime muhalif kişilerin dolduğu ima edildiği gibi, bu isyanda da rejime muhalif olan herkesin desteklediği kabul edilecektir. TCF ise bunun bölgesel niteliğe haiz olduğunu söyleyerek isyanın çıktığı bölgede önlem alınmasını isteyecektir. Çünkü bu isyan bir mütegallibe isyanıdır. Asayişin sağlanması için isyan bölgesinde kurulacak olan mahkemeyle bu isyan bastırılmalıdır. İstanbul basını isyana dahil değildir. Öyledir ki, TCF'liler irticai isyan nitelemesini kullanmaktan kaçınarak, Genç İsyanı veyahut Şark İsyanı olarak adlandıracaklardır.[52] Fethi Bey hükümeti ilk Terakkiperverliler gibi düşünmüş, isyanı din maskesi altında Kürtçülük olarak nitelendirmiştir.[53] Bu nedenle Hıyanet-i Vataniye kanununda değişiklik yapılacak, dini alet ederek cumhuriyet aleyhtarlığı vatan hainliği sayılacaktır. Değişikliği TCF'liler de destekleyecekler ve Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nun 1. maddesi değiştirilecektir. Esasen bu maddenin değiştirilmesiyle TCF'nin de sonu ufukta belirmiştir. TCF'liler bunu kabul ederken bu maddenin kendilerine uygulanacağından habersizdi. CHF, TCF programının 6. maddesindeki 'dine hürmetkârız' [53][54] maddesini dini siyasete alet etme olarak algılayacaktır. Bu vesileyle de fırkanın kapatılmasına kanaat getireceklerdir. 6. madde İsmet Paşa'yı öyle etkilemiş olacak ki, 1946 senesinde Demokrat Parti kurulurken İsmet Paşa, Celal Bayar'a DP programında TCF'nin 'dine hürmetkarız' maddesine benzer bir maddenin olup olmayacağını soracaktır.[55]
Fethi Bey CHF içerisindeki ılımlı cenah olarak, zayıf başı çekiyordu. Zaten TCF kurulduğunda da onun ılımlı niteliği, Gazi'nin onu başvekil yapmasında etkendi. Fethi Bey, isyan patlak verdiğinde de ılımlı davranmış, elini kana bulayamayacağını söyleyerek sadece isyan bölgesinde sıkıyönetim ilan etmiştir. Gazi bu sıkıyönetimi yetersiz görmüştür, bu tedbirlerle yetinilmemelidir. Yetinilecek tedbirler, ölü doğan hükümetin şimdi toprağa gömülmesiyle uygulamaya konulacaktır. 3 Mart'ta istifa eden hükümeti tekrardan İsmet Paşa kuracaktır. Yapacakları bellidir: Takrir-i Sükun Kanunu ve Ankara'da ve isyan mahallinde İstiklal Mahkemeleri kurulması.
İsmet Paşa göreve gelir gelmez Takrir-i Sükun Kanunu'nu geçirmeye heveslidir. Kanunun 1. maddesi ülkenin huzurunu tehlikeye atan her yayın, tahrik ve teşebbüsleri hükümet tarafından yasaklanmaya yetkili kılınıyor.[56] İrticai isyan, hükümeti her konuya karışabilecek hale getiriyor. Bu kanunun mecliste tartışıldığı sıralarda, TCF'liler mecliste isyanın "Genç İsyanı" ve bölgesel niteliğe haiz olduğunu, tekmil memlekette niye uygulandığını soruyor. Kemalistler kanunun hemen geçmesini istiyor, TCF'lilere karşı oldukça atak şekilde yıpratıcı davranıyorlar. Liberal Feridun Fikri Bey ile Kemalist olan Tunalı Hilmi arasında geçenler buna en iyi örnektir:
"Feridun Fikri (Dersim) - Dünyada huzur ve sükûn tabiri kadar hududu geniş bir tabir yoktur. Nereden başlayıp nerede bittiği malûm olmayan başka bir mefhum var mıdır? Huzur ve sükûn efendiler, buna ne girmez? Açın bütün dünyadaki hükümet tarihini, açın siyasi tarihi, dünyada bütün keyfi hükümetler olanca icraatını, olanca yanlış hareketlerini 'huzur ve sükun' kapısından, kaidesinden içeri sokmuşlardır. Tunalı Hilmi (Zonguldak) - Sen de uslu otur çocuğum!"[57]
Takrir-i Sükun'u geçiren İsmet Paşa'nın ikinci işi Şark ve Ankara İstiklal Mahkemeleri'nin kurulmasıdır. Şark İstiklal Mahkemesi meclis denetimine tabii değildir, meclisin onayı olmamaksızın da idamlar gerçekleştirilecektir. Fakat Ankara İstiklal Mahkemesi meclisin onayına bağlı olarak çalışır. Meclisin onayı detayı günlük olarak düşünülmüştür, muhalefette bomba etkisi yaratan Takrir-i Sükun'dan sonra yatıştırmak amaçlı olan, daha da yükselecek olan muhalif sesleri az da olsun susturmak için bu detay eklenmiştir. Ankara'daki İstiklal Mahkemelerinin meclisin onayı ile çalışması uygun görülmüştür. Yatıştırma amaçlı olduğu, 22 Nisan günü meclisin 6 aylığına tatile girmesi nedeniyle Ankara İstiklal Mahkemesine idam yetkisinin verilmesi ile sabittir. Böylece İstiklal Mahkemeleri muhalefete takılmadan bir silindir misali hareket etme imkanını bulacaktır. Bu silindir(ler), 3 Haziran 1925'te TCF'yi kapatacaktır. Takrir-i Sükun Kanunu'nun ve Ankara İstiklal Mahkemeleri'nin mimarı İsmet Paşa, Heper'in dediği üzere zamanın gereksinimi bunlar olduğundan dolayı otoriter davranmıştır.[58]
Otorite, her türlü 'siyasi örgütlenme' olarak gördüğü gazeteyi kapatacak, basını susturacaktır. Susturduğu gazetelerde devrimci-mürteci ayrımı yoktur: Korporatist nitelikte olan Meslek dergisi,[59] Orak Çekiç adında solcu dergi Takrir-i Sükun kapsamında olarak kapatılacaktır. Örneğin sonraları Gazi'nin de bir aralar desteklediği Kadro dergisinde yer alacak olan Şevket Süreyya bile tutuklanmıştır. Hakikaten kanun isminin hakkını vermiştir, bir sükunet durumu oluşmuştur. Tek otoriteyi sağlamıştır.
Atatürk'e göre sükunet durumunun oluşmasıyla aslında gazetecilerin tutuklanması ve 3 Haziran 1925'te muhalefette bulunan ve devrim sürecinde Kemalistler'e ayak bağı olan TCF'nin kapatılmasıyla ihanet şebekeleri tasfiye edilmiştir. TCF'nin kurucuları, bir ihanet şebekesi oluşturmak niyetinde değildi, cumhuriyete karşı değillerdi, CHF ile ayrı düştükleri yer cumhuriyetin nasıl olacağıydı. İktidarı ele geçirme mevzusu askeri biçimde değil fakat TCF programındaki gibi liberal şekilde gerçekleşmesini öngörüyordu. TCF önderleri darbe yaparak iktidarı ele geçirme yönünde değildi, hatta ordudan sırf bu nedenle istifa ettikleri söylenilebilir. Eğer ki askeri örgütlenme ile bir taklib-i hükümet amacı olsaydı, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşaların istifası yapacakları onların çıkarına en kötü olacak hareket olurdu. Paşaların istifası ile Gazi'nin nüfuzu artışa muhalif paşaların nüfuzu düşüşe geçmiştir. Bir darbe için ordu nüfuzu kalmamıştır, Karabekir ve Ali Fuat Paşalar her ne kadar orduda sevilen sayılan paşalar olsa da orduda kontrol artık Gazi'nindir. Muhalif paşaların ordudan istifalarıyla Gazi kendine bağlı olan komutanlardan mebusluktan istifa etmesini rica etmesiyle birlikte ordu Gazi tarafından kontrol altına alınmıştır. Örgütlenmeleri bir darbe oluşturacak şekilde değil de siyasi çerçeve hudutları içerisinde bir şekilde olduğuysa, CHF'ye muhalif, düşman olan herkesin TCF'yi desteklemesiyle ve TCF'nin başka Doğu illerinde teşkilatlarını açmasıyla söylenilebilir. Eğer ki, TCF sadık bir muhalefet[60] amacını gütseydi, bu muhalefet Gazi'ye bağlılıklarını bildirerek denetim mekanizması görevini üstlenir ve mecliste CHF'yi denetlerdi. Fakat TCF, iktidarı ele geçirme mevzusunu siyasi şekilde anlayarak CHF'den -CHF'nin de yardımıyla- bağımsız bir yapı oluşturdu. Bu bağımsız partinin içinde muhalif ve düşman olarak addedilebilecek gericiler, gazeteciler, İttihatçılar da mevcuttu. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kendisini İttihatçı olarak adlandırmamasına ve tanıtmamasına rağmen İttihatçılar partiye gelmişlerdi, hatta partinin programında onların da emeği vardı. Ayrıca TCF'nin dine hürmetkar olduğunu belirtmesiyle de partiye katılımlar yaşanacaktır. Bu bize siyasi çerçevenin hudutunu gösterir. TCF, CHF'nin karşısında olan herkesin sığınacağı liman olarak anlaşılmıştır. Bu liman da rejim tarafından bir tehdit olarak algılandığından dolayı kapatılmıştır.
Kitleler parti kurucularının ne söylediğine değil, CHF'nin neler yaptığına bakarak TCF'nin CHF karşısında olduğunu düşünerek TCF safına geçmekteydiler. Falih Rıfkı Atay, Çankaya'da şöyle der: "Yine hareketin içinde şahsi kinler ve rekabetler vardı. Bilhassa eski İttihatçılardan bir kısmını bu takıma katmak lazım gelir. Gericiler ise pek tabii olarak Terakkiperverlerin safında idi."[61] Uğur Mumcu da Kazım Karabekir Anlatıyor kitabının sonunda karşı-devrimcilerin TCF'ye doluştuğunu aktarır.[62] Zürcher de aynı şekilde gericilerin partiye doluştuğunu aktarır: "T.C.F.'nin kendi destekçileriyle ortaya çıkan ikilem ise, Kemalist hükümete ılımlı ya da tutucu bir seçenek oluşturacak bir parti için kitle desteği fazlasıyle olmasına rağmen, bu desteğin büyük bölümünün dinci gericilerden kaynaklanmasıydı."[63]
Partinin kapatılma sebebi kayıtlarda gericilik olarak söylenmiştir. Yanlış olan şey TCF'yi kuranların gerici olmadığıdır, doğru olan ise TCF'nin peşine takılanların gerici olduğudur. Ayrıca Kemalistler TCF'yi hem o devirde mevcut olan sorunlar bakımından, hem de devrim anlayışı bakımından hoş görmemiştir. TCF'nin var olduğu dönem hakikaten dışta da bir diplomatik savaşın verildiği bir dönemdir, bu; halkın cahil olması, memlekette henüz bir fabrika bile olmaması, ekonominin harap durumda olması ile birleşince liberal muhalefet ve çok seslilik uygun görülmemiştir. Bu nedenle de çeşitli olaylar neticesinde doğal olarak oluşan meşruiyet zeminleri değerlendirilerek tedbirler alınmış ve tek seslilik hakim olmuştur. Burada post Kemalist olarak nitelendirilebilecek olan başka bir tez ise, Kemalist devrimin ilk olarak halkın ikincil konuma attığı hukuki ve siyasi devrimlerin, ondan sonra sosyo-ekonomik ve sıhhi devrimlerin yapıldığını savunur. Bu teze göre Kemalistler ilk olarak siyasi devrimleri icra edip ondan sonra halkın ihtiyacına odaklanmıştır.[64] Yanlış olan Atatürk devrimlerinin ayrı şekilde gerçekleşmediğidir; devrimler topyekûn şekilde bir anda olmaktadır: Siyasi, hukuki, sıhhi, iktisadi inkılaplar...[65] Bu inkılapların gerçekleşmesi için ihtiyaç duyduğu karizmatik bir şeftir. Şef, yapacağı topyekûn devrimlerle toplumu mobilize etmeyi amaçlamıştır. Şef bu devrin koşullarını öne sürerek otoriterdir.
İTTİHATÇILAR
Mecliste bağımsız Bursa Mebusu Sakallı Nurettin Paşa hariç muhalif biri kalmamıştı. TCF'liler bağımsız mebus olarak mebusluğa devam etse de artık bir amaçları kalmadığından dolayı muhalefet yoktu. CHF, TCF'nin kapatılmasını fırsat bilerek Şapka Devrimi, Medeni Kanun gibi muhtemel tepki oluşturabilecek devrimleri yapma olanağını bulmuştu. Atatürk'ün istediği meclis modeli az çok oluşmuş gibiydi. Her ne kadar siyasi muhalefet tasfiye edilmiş de olsa Haziran 1926'da ortaya çıkarılan İzmir Suikastı münasebetiyle Gazi, muhtemel nüfuz hareketlerini iyice tasfiye ederek işini sağlama alacaktır. Takrir-i Sükun ile birlikte liberal muhalefet (TCF'liler ve İstanbul basını) tasfiye edilmiştir, İzmir Suikastı'nda ise nüfuz hareketi oluşturabilecek İttihatçılar tasfiye edilecektir. TCF'liler ile İttihatçılar arasında fark yoktur. İzmir Suikastını yapanlar her ne kadar teşkilatçı ve komiteci kişiler de olsa, suikast yüzünden yargılanan İttihatçıların çoğunluğu TCF gibi liberal görüşten gelme idi.
İttihatçı tasfiyesine suikast ile ilintili olduğu eski TCF'liler de sokulacak, yargı ve infazların sonunda artık Türkiye'ye tek otorite, tek parti ve tek teşkilat hakim olacaktır. Şimdi bunların nasıl geliştiğini göreceğiz.
İttihatçıların hareketleri, benimsediği fikirler ve ortaya koyduğu programlar, Enver Paşa'nın Türkistan'da şehit olmasıyla beraber olağan şekilde değişti. Örneğin, 1921 senesinde hazırlanan program Enver Paşa'nın o zamanki direktifleriyle komünist tonda ve İslamcı bir programdı. Fakat 1923 senesinde aksine; liberal, kuvvetler ayrılığını savunan bir program hazırlamışlardı.[66] Bu farkın sebebi 1923 programının Umumi Harp esnasında birnevi Osmanlı İmparatorluğu'nun kaderini eline alan İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisinde Enver Paşa'ya bağlı subayların değil, Talat Paşa zihniyetinde olan sivillerin hazırlamasıydı. Ayrıca Talat Paşa, Enver Paşa gibi diktatör bir kimlikle öne çıkmamıştı.[67] Talat Paşa'nın cenahı sivillerden oluşuyordu. Onun cenahının içinde liberal, cumhuriyetçi, halkın halinden anlayan kişiler mevcuttu. Oysaki Umumi Harp'teki Enver'in askeri diktası, Talat ve cenahını bir araç olarak görmekten öte bir şey yapmıyordu.[68] Hüseyin Cahit Yalçın, Talat Paşa'nın askeri dikta hakkında dediklerini şöyle aktarır: "Harp yüzünden sivil mülki idareciler onlarla (generallerle) geçinemiyor. Talimatlarını hayata geçiremezsin, istediklerini yapamazsın, ezilirsin."[69]
Ayrıca İttihat ve Terakki bir görüş veyahut ideolojiye sıkı sıkıya bağlı değildi, İTC’nin ruhu buydu. İdeoloji, onlar için araçtı. Amaç ise vatanın selametiydi. Vatanın selametine olan her şey onlar için kullanılabilirdi, Ali Fuat Paşa da İttihat ve Terakki'nin gün geldiğinde Turancı gün geldiğinde İslamcı olduğunu belirterek İTC'nin kendine has bir ideolojisi olmadığını ama parantez vererek vatan hissinin ayrı olduğunu söyler.[70] İttihat ve Terakki o günün, o devrin koşulu ne emrediyorsa o ideolojiyi benimser. Bunun en iyi örneği Kara Kemal’dir. Milli Mücadele yıllarında Kara Vasıf Bey ile Karakol Cemiyeti’ni kuran komiteci Kara Kemal, cumhuriyet yıllarında liberal TCF’ye destekte bulunacaktı. Yahut, TCF kurucu üyeliğinde bulunan Ahmet Şükrü Bey de İzmir Suikastı’nın tertipçilerinden olacaktı. Talatçı sivillerin haricinde kalan İttihatçılar nabız neyse ona göre şerbete yükleniyordu. İttihatçıların bu programı, hiziplerden Talatçı sivillerin kalmış olmasıyla beraber o devirden önce yaşanılanlara bakılarak ve o devirde ne uygulanılabilir sorusunun cevabını aramakla oluşmuştu.
İttihatçılar, olaya gerçekçi yaklaşmaktaydılar. Mustafa Kemal’in ülke çapındaki itibarını gözeterek komitecilik yolunu tutmamışlardı. Ayrıca ordudan gelen bir kişinin yaşanmışlıkları tekrar yaşatmaması için liberal bir program hazırlamışlardı. Bu programı hazırlayanlar nabza göre şerbet verenlerden değil Enver’in diktatörlüğü döneminde de Enver’den nasibini almış kişilerdi. Örneğin Hüseyin Cahit, Enver Paşa tarafından fazla İtilaf yanlısı bulunduğundan kabineye alınmayacaktı.[71]
Bu programı hazırlayanlar Enver Paşa ile Mustafa Kemal Paşa'yı aynı görmekteydi.[72] TCF'liler gibi yaşanmışlıkları göz önünde bulundurarak liberal bir program hazırladılar. İkisinin de ortak yönleri, kendilerini Enver diktasından net bir şekilde ayırmalarıydı. Öyledir ki, İttihatçılar bu yüzden TCF'yi liman olarak görüp katılmışlardı. Programları da paralellik gösteriyordu. TCF gibi onlar da cumhuriyete karşı değillerdi. Cumhuriyete karşı olmamalarına karşın, cumhuriyetin tarzına karşıydılar. Onlar, yaşanmışlıkları düşünerek kuvvetler ayrılığını savunacaktır. Atatürk ise kuvvetler ayrılığını savunanları bir ayak bağı olarak göreceğinden TCF'liler gibi onları da ileride tasfiye etme imkanına sahip olacaktır. TCF ile İttihatçılar arasındaki fark, TCF'nin paşaları nüfuzunu ordudan istifalarıyla Gazi'ye devretmesine karşılık, İttihatçıların Umumi Harp esnasında kurduğu temellerin hâlâ onlara nüfuz sağlaması olarak anlaşılmalıdır. İzmir Suikastı’nın Ankara bölümünün İttihatçılara ayrılması da bununla alakalıdır, 1927 seçimlerinde aktif rol oynayabilme olasılıkları gözetilip[73] tasfiyelerine karar verilmiştir.
İttihatçıların Atatürk tarafından fark edilmesi ise yine bu programın hazırlanmasından önce ve hazırlandığı esnada olmuştur. Program Nisan 1923'te hazırlanırken, Gazi hem İttihatçıları hem de paşaların oluşturabileceği muhalefeti düşünmektedir. İttihatçıların İstanbul'daki nüfuzu yüksek olduğundan dolayı Gazi, İttihatçıları bir tehdit olarak algılamıştır. Hakikaten de, yine Talat Paşa'nın yakın Kara Kemal, Cihan Harbi esnasında teşkil ettirdiği milli şirketler ile İstanbul'da bir nüfuza sahipti.[74] Büyük toprak sahipleri üzerinde etkiliydi. Hatta Gazi'nin, Ocak 1923'te İzmit'teki İttihat ve Terakki hakkında yapılan toplantıyı Kara Kemal ile yapması, Kara Kemal'in nüfuzunun göstergesidir.[75] Başka örnek olarak TCF İstanbul Şubesine esnafların, hammalların ve liman amelelerinin katılması olarak gösterilebilir.[76] Kara Kemal İstanbul'daki kayda değer nüfuzu sayesinde TCF'ye katılım sağlamaktaydı. Kara Kemal ekonominin bir tarafını kendine bağladığından Gazi tarafından sakıncalı bulunmuştu: İktisadi hegemonya, gün gelir siyasi hegemonyaya dönüşebilirdi. Fakat Gazi'nin İttihatçılar hakkında planlarının tam olarak hazır olmaması ve İttihatçıların parti kurmasına izin vermemesi nedeniyle İsmail Canbulat ve Ahmet Şükrü Bey ARMHC’den mebus seçildi. TCF kurulunca bu iki mebus TCF'ye katıldı. TCF'nin programı ile yukarıda belirttiğimiz üzere 1923'teki İttihatçıların programı örtüşüyordu. TCF ile örtüşmelerine rağmen, onlardan da ayrıydılar, nihayetinde Cavit Bey, H. Cahit gibi İttihatçılar kendilerini TCF'den uzak tutmuşlardı. 1923 programının amacı, bir partinin içinde erimek değil, İttihat ve Terakki'yi diriltmekti.[77] Fakat bu "bazı İttihatçılar"ın öne sürdüğü bir programdı. Bu bazı İttihatçıların gayrısından kalan bazı İttihatçılar CHF saflarında da yer almıştı ve almaya devam ediyordu. İttihatçıların bu karmaşık yapısı, Gazi'yi İttihatçılar hakkında net bir karar verememesine olanak sağlamıştır diyebiliriz. Buradan şu anlaşılmalıdır: TCF'yi kuran kadronun istifasıyla CHF, partililerin merkezden bağımsız karar almasını yasaklayarak CHF-TCF ayrılmasını sağlamıştı. Bu nedenle TCF'ye Takrir-i Sükun döneminde acımasız bir tavır takınılmıştı. Fakat İttihatçılar böyle bir ayrılmaya dahil değildi. TCF kurulunca geçen İttihatçılar olsa da CHF'de kalan İttihatçılar da olmuştu. Bu da Gazi'nin İttihatçılara uygulayacaklarının bulanık kalmasına yol açıyordu.[78] İttihatçılarla Kemalistleri net olarak ayıran bir olay gerekliydi: Bu olay İzmir suikast girişimiydi. Kemalistler ile TCF'lilerin ayrımı Kasım 1924'e dayanırken, Kemalistler ile İttihatçıların ayrımı Haziran 1926'ya dayanır. İttihatçı-Kemalist ayrımının bu denli geç kalmasının diğer sebebi ise İttihatçılığın genel yapısıdır. Yukarıda bahsettiğimiz üzere İttihat ve Terakki'nin belli ideolojisi yoktu, bu belirsizlik ortaya buğu yaratıyordu. Ayrıca İttihatçıların fırkası yoktu, kimileri CHF'ye kimileri TCF'ye kimileri ise İttihat ve Terakki'yi tekrar canlandırmak istiyordu. Bu etken de eklenince buğu daha da buğulanıyordu ve buğu net bir hamle yapmayı zorlaştırıyordu. Kemalistler de buğuyu Haziran 1926’da silme imkanını bulmuştur.
İZMİR’DEKİ SUİKAST TEŞEBBÜSÜ
Suikast, 15 Haziran 1926'da Gazi'nin İzmir'e bir gün gecikmeli gelmesiyle suikastı hazırlayanlardan olan Giritli Şevki'nin ihbarı neticesinde ortaya çıkarılacaktır. Giritli Şevki'nin ihbarı sadece Gazi'nin geç gelmesine değil, diğer suikast tertipçileri olan Sarı Efe ile Abidin Bey'in İstanbul'a gitmesine de dayanıyordu. Şevki, bu iki durum üst üste gelince şüphelenmiş ve ihbarda bulunmuştu.[79] İhbardan sonra Giritli Şevki sorguya alınmış ve suikastın arkası araştırılmıştı. Sonrasında suikastın arkası ortaya çıkarıldı. Gürcü Yusuf, Çopur Hilmi, Laz İsmail, İzmit Mebusu Ahmet Şükrü Bey, ve Eski Lazistan Mebusu Ziya Hurşit, Eski Ankara Valisi Abdülkadir suikastı hazırlayanlardandı.[80]
Suikast tertibatı ortaya çıkarıldıktan sonra olaya Gazi’nin şüpheci tavrı hakim olacaktır. Bu şüphe yine komploya benzer izler taşımaktaydı. Gazi, ordunun teyakkuz halinde olması[81] ve İstanbul’a da dikkatli tedbir alınması gerektiğini vurguluyordu.[82] Henüz suikastın ortaya çıkarılmasından 3 gün sonra Gazi, TCF erkanını tevkif ettirmek isteyecektir. Fakat İsmet Paşa, serbest bırakılmalarını emredecektir. İsmet Paşa suikast tertibatının geniş çaplı olmayacağına kanaat getirerek paşaları serbest bırakacaktır. Gazi’ye de ‘’Suikastın fazla geniş bir tertibata dayalı olacağına imkan vermiyoruz’’[83] diye yazmaktadır. Gazi ile İsmet Paşa arasında oluşan bu ihtilafla İstiklal Mahkemesi, gözdağı amaçlı İsmet Paşa’yı tutuklayan emir çıkartacaktı![84] Elbette böyle bir şey yasal değildir, 1924 Anayasası mebuslara da başvekile de dokunulmazlık veriyordu. Oysaki gerek İsmet Paşa, gerekse ileride göreceğimiz İzmit Mebusu Şükrü Bey’in tutuklanma örneği gibi İstiklal Mahkemesi mevcut kanunu baz almayacaktır. Bu tutuklama emirleri aslında yaşanılacakların göstergesidir: İstiklal Mahkemesi’nin yaptığı kanunun üstünde bir hareket olduğundan vereceği kararlar da kanunun üstünde olması beklenecektir. Kel Ali’nin sonralarda söyleyeceği üzere ‘’İstiklal Mahkemesi şahsi kanaatine göre karar verir!’’
Ziya Hurşit, ilk tutuklanan kişiydi. Gazi’nin huzurunda da suçunu itiraf etmişti.[85] Sorgusunda Ali Çetinkaya ona TCF’nin suikastla bir bağı olup olmadığını sorunca Ziya Hurşit olumsuz cevap verecekti. Fakat Sarı Efe Edip suikastı TCF merkezinin aldığını beyan edecekti. İşin garip kısmı, Sarı Efe bunları Ziya Hurşit’ten onaylı olarak söylediğini eklemekteydi. Atatürk'ün şüpheci şekilde davranması, onu başından beri suikastı TCF'ye bağlamaya itti. Yasal zemin olarak da kendine Sarı Efe’nin ve Laz İsmail’in ifadelerini gösterdi. TCF'nin payı suikastta mevcuttu, TCF'den mebus olan, aynı zamanda İttihatçı Ahmet Şükrü Bey suikastın içindeydi.[86] Eski TCF'lilerin suikastta bulunması Gazi'nin şüphesini suikast tertipçilerinin TCF'yi kuranlardan olduğu ihtimaline doğrulttu. Bu ihtimal daha derin bir sorgulamayı gerektirdi. Sorgulamalarda sadece TCF’lilerin değil CHF’de olanların da ismi geçiyordu. Hatta bu isimler Gazi’ye yakın isimlerdi. Giritli Şevki sorgusunda, CHF’li Meclis Başkanı Kazım Özalp’in ismini zikretmişti. Kazım Karabekir de sorgusunda Kazım Özalp ile Sarı Efe Edip’in yakın olduğunu ve Özalp’in örtülü ödenekten faydalandığını söyleyecekti.[87] Suikasttan önce İstanbul’a giden Sarı Efe Edip’in de sorgusunda Fevzi Çakmak’ın ismi geçmekteydi. Sarı Efe, suikasttan sonra Fevzi Paşa’yı cumhurreisliğine getireceklerini söyledi. Fakat Gazi bu iddiaları pek ciddiye almamış olacak ki bu paşalar hakkında bir tutuklama emri çıkartmadı. Aksine TCF’lilerin üzerine gidecekti. Ayrıca Gazi’nin bu olaydan almak istediği fayda da mevcuttu. Nihayetinde bu olay da Şeyh Sait İsyanı gibi ustalıkla kullanılabilirdi, devrimlerin oturması gereken safhada bu olayla muhalifleri susturarak temeller daha da sağlamlaştırılabilirdi. Deliller ve sorgulamalar aracılığıyla getirilen kanaatler değil, çeşitli olaylar neticesinde oluşan meşruiyet zeminleri önemliydi. Henüz bir delil yokken Gazi’nin İsmet Paşa’ya çektiği telgrafta TCF ve İttihat Terakki’den bahsetmesi, Gazi’nin şüphesini [88] Kazım Özalp ve Fevzi Paşalar’ın ismi geçince umursamayarak TCF’nin üzerine gitmesi de onun olayları kendi açısından fayda sağlama kabiliyetini gösterir.
Ahmet Şükrü Bey yakalanıp sorguya alındığında, her şeyi inkarda bulundu. Mahkemeye getirilen sanıkların ifadeleriyle Şükrü Bey’in ‘’inkar’’ etme politikası çöktü. Sonrasında TCF ve İttihat Terakki’den olan kişilerin sorgusu başlayacaktı. Pek çok kişi mahkemeye çağırılacaktı.
Paşalar, açıkça suikasttan haberleri olmadığını söyleyecektir. Kel Ali, Laz İsmail’in Kazım Karabekir’den bahsetmesi ortaya sürecek, Kazım Karabekir ise ‘’şimdi bu Laz İsmail gerçekten pis bir herif’’ diyerek cevap verecektir.[89] Sorgulamalar sonunda ise mahkeme paşalar hakkında beraat kararı verecektir. İsmail Canbulat ve Halis Turgut Beyler 10 yıl hapse çarptırılacaklardır. Karara itiraz ettiklerinde ise mahkeme kararını değiştirecek fakat bu karar beraat değil, idam olacaktır! Kel Ali’nin ‘’İstiklal Mahkemesi şahsi kanaatine göre karar verir!’’ derken tam olarak bundan bahsetmekteydi. Paşaların beraatındaki etken, halkın ve ordunun içindeki itibarına bağlıdır. Henüz başlarda da belirttiğimiz üzere, Karabekir ordudan istifa etmesine rağmen nüfuzu vardır.[90] İsmet Paşa’nın da paşaları tevkif ettirmede tutuk davranması, Takrir-i Sükun vesilesiyle fazla ileri gidildiğinden kaynaklanıyor olabilir.[91] Bu nüfuzdan ayrı olarak belirtilmelidir ki, paşaların bu suikasta karıştıkları net olarak söylenemez.[92] Sanıkların çelişkili ifadesi, durumları karıştırmaktadır. Bu karışık durum ve mevcut nüfuzları nedeniyle paşalar beraate kavuşmuşlardır. Beraate kavuşmalarına rağmen Takrir-i Sükun ile sükunete kavuşturulan paşalara gözdağı verilerek, İstiklal Mahkemesi’nin gücü gösterilmiştir. Davaların İzmir bölümü görüldükten sonra Ankara bölümüne geçilecektir, Ankara’da İttihatçı tasfiyesi yaşanacaktır.
Ankara davalarında Dr. Nazım, Cavit Bey, Hüseyin Cahit gibi İttihatçı erkanın önde gelen isimleri yargılanıyordu. İttihatçıların sorgusunda esasen suikast üzerine değil İttihatçıların geçmişte neler yaptığı odak noktası olacaktı. İttihatçıların Birinci Dünya Savaşı’nda yaptıkları, Milli Mücadele’deki rolleri bu konulardan bazılarıydı. Suikastın onlarla alakalı olan kısmı ise İzmir davalarına benzerdi, kanaat baştan belliydi.
Ankara davasında Savcı Necip Ali, İttihatçıları suikast ile 1923’te hazırladıkları program üzerinden bağlamaya çalışacaktı. İddia makamına göre İttihatçılar bu programı taklib-i hükümet amaçlı yapmışlardı. Ali Çetinkaya ile Cavit Bey arasında geçen diyaloglar bunu gösterir niteliktedir.[93] İddialar bunu belirtmelerine rağmen, iddia oldukça zayıf ve pamuk ipliğine bağlıydı. Dayanak noktaları esaslı bir delile yaslı değildi. Cavit Bey’in eşine yazdığı üzere tek kanıt ‘’Kara Kemal ile tanıdık olmalarıydı.’’[94] Kara Kemal’in üzerinde çok durulmaktaydı, suikast ortaya çıkınca Gazi, yine TCF gibi suikastı Kara Kemal’in içinde aktif rol oynadığı Karakol Cemiyeti’yle ilişkilendirmişti. Gazi, bu cemiyete kuşku ile yaklaşmıştı. Hazzettiği söylenemezdi.[95] Garip olan, Karakol Cemiyeti’nde Mahkeme Başkanı Ali Çetinkaya da vardı, cemiyette yönetim kurulu üyesiydi. Ali Çetinkaya’nın İttihatçılara daha çok suikasttan değil, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele hakkında soru sormasının nedeninin bu olabilir.
SONUÇ
En sonunda mahkemenin yetersiz delillerine rağmen, Cavit Bey, Nail Bey ve Dr. Nazım asılarak idam edildi. Mahkemeler aracılığıyla ileride oluşabilecek siyasi rakiplerin 1927 seçimleri öncesinde tasfiyesi gerçekleşti. Bundan sonra bir hareket oluşmadı. İstiklal Mahkemesi’nin gücü her kesime tattırılmıştı. Hükümet açıkça çok sesliliği kapı dışarı ediyordu. Seçimlere girmeden önce İzmir Suikastı olayı neticesiyle CHF arife gününü yaptı. Seçimlere temiz ve güçlü şekilde girdi ve muvaffak oldu. Seçimler ertesi ise Gazi Mustafa Kemal Hazretleri, Büyük Nutuk’unu CHF’ye beyan edecektir. Nutuk bir devrin sonun gösterir, bu devir önce yaşamayı sonra yazmayı öğreten bir devirdir. Bu devire sadece nasıl olmuş gözüyle bakmak o devri idrak edememektir. Yaşanılanların nedeni açıklanmadıkça ve bunların üstüne gidilmedikçe tarihten ders almamız zorlaşır ve tarih yanlış yorumlanır. Yaşanılanların nedeni ortada olan gerçektir, bu gerçek felsefi düşüncelere iştirakla anlaşılmıştır. Gazi’nin felsefi düşüncesi ile TCF erkanının düşüncesi veyahut İttihatçıların felsefi düşüncesi, gerçek ile anlaşıldığından gerçek olaylar neticesinde bitecektir.
Kemalistler, pragmatik şekilde davranıyorlardı, kendilerine gelen faydaya odaklanmışlardı. Atatürk’ün komployu ortaya atması, Şeyh Sait’in ayaklanması hasebiyle İsmet Paşa’ya Takrir-i Sükun’u çıkarttırması, İzmir Suikastı hasebiyle de ileride kendisine ayak bağı olabilecek İttihatçıları tasfiye etmesi, hep faydayı gözetmekle alakalıdır. Kurucu felsefe, kendi iktidar faydasını, milletin faydası olarak göreceğinden dolayı bunda tereddüt etmek için bir neden yoktu. Jakoben cumhuriyet bunu emrediyordu, emir yerine getirilene kadar olağanüstü durumlarla karşılaşılabilirdi. Bu durumlarda cebre dayalı olarak bastırılabilirdi. Şevket Süreyya inkılap için şöyle yazar: ‘’İnkılap, tek otorite tek irade istiyordu. Gazi bunun peşindeydi. Halk Fırkası bu tek iradenin icracısı olan müttehid bir kadro olmalıydı.’’[96]
Devrim, şiddet içeren bir süreçti, fakat Uğur Mumcu’nun dediği üzere devrimler eninde sonunda yerini evrimlere bırakacaktı.[97] Devrim bir araçtı, devrimin amacı ise netti: halkın millet olması ve bu milletin kendi iradesine, kendi benliğine hakim olması, kısacası emperyalizmin başımızda beklememesini sağlamaktı. Bunu da halk hem eğitim ile hem de yaşayarak öğrenecekti. TCF’nin içine gericilerin doluşması, yaşayarak öğrenmeye mahal vermemişti ama Gazi kendi idaresinde olan teşkilatlarla yaşatarak öğretmeye çalışacaktı. Elbet, aydınlanma süreci devam ederken bunun cilveleri de ortaya çıkacaktı.[98] Bunları olağanüstü durumlar gözetildiğinde olağan olarak karşılamak gerekir. Olağanüstü durumlarda çıkabilecek bu olağan durumlar, bir süreklilik arz etmez. Günümüze ışık tutan bu geçmişi iyi analiz edip geleceği inşa etmektir. Kemalist devrimcilik anlayışı bu esasa müstenittir. Günümüz yerini evrimlere bırakmıştır, Kemalizm’in amacı da budur zaten, onun her zaman uygulanabilecek esin kaynağı olması, onun bilimsel ve asla dogmatik olmayan yönüyledir. Geleceğin Kemalizm’i diye bir şey yoktur, Kemalizm’in muhtevası budur. Günümüzdekilere ise tarihi yorumlarken yekpare değil Atatürk’ün bir taşla iki kuş vurduğu gibi geniş bir perspektiften, büyük resmi görebilmek düşüyor.
[1] Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, Kronik Yayınları, İstanbul, 2022, s.119, Recep Peker, İnkılap ve İstiklal, Mavi Gök Yayınları, İstanbul, 2021, s.21
[2] Gerçek Fikri Ne'de Eren Eğilmez Soruyor; Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu yanıtlıyor (28 Ekim 2023)
[3] Metin Heper, Türkiye'de Devlet Geleneği, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2018, s.91
[4] Taha Akyol, Atatürk'ün İhtilal Hukuku, Doğan Yayınları, İstanbul, 2012
[5] J.J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev. Vedat Günyol, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2021, s.37
[6] a.g.e., s.120
[7] Nejat Kaymaz, Türk Kurtuluş Savaşının Tarihsel Konumu ve Niteliği, Belleten, cilt XL, sayı 160, 1976, s.12
[8] Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Gençler İçin Fotoğraflarla Nutuk, İstanbul, 2015, s.489
[9] Cahit Tanyol, Atatürk ve Halkçılık, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1981, s.65
[10] ABE, Kaynak Yayınları, cilt 14, s.300
[11] Gazi Mustafa Kemal Atatürk, a.g.e., s.513
[12] Bilhassa Milli Mücadele döneminde Atatürk hem Hint Müsümanlarını kazanarak İngiliz sömürgesi olan Hindistan'da baskı yaratmak, hem de Sovyetler Birliği'nden yardım almak amaçlı anti-emperyalist, anti-kapitalist ve İslamcı söylemlere başvurmuştu.
[13] Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali ll, Cumhuriyet Kitapları, 2000, s.46
[14] ABE, cilt 15, s,74-75
[15] İsmet Paşa, Atatürk’ün Birinci Meclis ile olan ihtilaflarını anlatarak neden başka bir meclise gereksinim duyduğunu anlatır; bkz. İsmet İnönü, Hatıralar, cilt 2, Bilgi Yayınevi, 1987, Ankara, s.106-109
[16] Emrah Safa Gürkan, Cumhuriyetin 100 Günü - İnkılabın Ayak Sesleri, Can Sanat Yayınları, 2023, s.318
[17] Bülent Tanör, Kurtuluş Kuruluş, Cumhuriyet Kitapları, 2019, İstanbul, s.326
[18] Uğur Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor, Um:ag Vakfı Yayınları, 1998, Ankara, s.151
[19] Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, s.69
[20] Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, 2008, İstanbul, s.406
[21] Zabıt Ceridesi, Devre ll, cilt 7, gün 9.3.1340, s.231
[22] Zabıt Ceridesi, Devre l, cilt 1, gün 21.8.1339, s.231
[23] Zabıt Ceridesi, Devre ll, cilt 7/1, gün 16.3.1340, s.528
[24] Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999, s.112
[25] Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası, Emre Yayınları, 2005, s.189
[26] Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralar, cilt 2, Temel Yayınları, İstanbul, 2002, s.31-33
[27] Kazım Karabekir, a.g.e., s.191
[28] Zabıt Ceridesi, Devre ll, cilt 3, gün 29.10.1339, s.97-98
[29] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Pozitif Yayınları, 2016, İstanbul, s.444
[30] Tevhid-i Efkar, 18 Ekim 1923
[31] ABE, cilt 15, s.74-75
[32] Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri, Tarih IV, MEV Yayınları, s.187-189
[33] Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s.194
[34] Yücel Demirel ve Osman Zeki Konur, CHP Grup Toplantısı Tutanakları, 1923-1924, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 2002, s. 23-30.
[35] Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, cilt 2, Pera Turizm ve Ticaret A.Ş., 1997, İstanbul, s.884
[36] Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, s.372
[37] Mektup, Ankara'ya ulaşmadan basına sızdığından İstiklal Mahkemesi bunu zaafiyet olarak gösterip hilafetin kalkmasına zemin hazırladı.
[38] Mim Kemal Öke, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Kürdistan Sorunu, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara,1992 s.170
[39] Karabekir, milletin hakkını meclis kürsüsünden açıklamak istediğini belirtmiştir; bkz. Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası, s.311-312
[40] Gazi Mustafa Kemal Atatürk, a.g.e., s.567-570
[41] Soner Yalçın, Beyaz Türklerin Büyük Sırrı -efendi-, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016, İstanbul, s.333.
[42] Gazi Mustafa Kemal Atatürk, a.g.e., 574-575
[43] Falih Rıfkı Atay, a.g.e., s. 423
[44] ABE, cilt 17, s.139
[45] Erik Jan Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Bağlam Yayıncılık, 1992, İstanbul, s.83-86
[46] Yakup Kadri Karaosmanoğlu da İsmet Paşa'nın yerine Fethi Bey'in başvekalete gelmesiyle havanın yatıştığını yazacaktır; bkz.Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, İletişim Yayınları, 2018, İstanbul, s.72. Rauf Orbay da hatıratında bu değişikliği 'anlamlı' bulmaktadır; bkz. Rauf Orbay, Rauf Orbay'ın Hatıraları, Temel Yayınları, 1995, İstanbul, s.373
[47] Andrew Mango, Atatürk - Modern Türkiye'nin Kurucusu, Remzi Kitabevi, 2021, İstanbul, s.496
[48] Hakan Özoğlu, bu belgeleri yayınlamıştır; bkz. Hakan Özoğlu, Cumhuriyetin Kuruluşunda İktidar Kavgası: 150'likler, Takrir-i Sükun ve İzmir Suikastı, Kitap Yayınevi, 2011, İstanbul, s.128-129
[49] Sina Akşin, a.g.e., s.195
[50] İsmet İnönü, a.g.e., s.202
[51] Hakan Özoğlu, a.g.e., s.129
[52] Rauf Bey "Genç Hadisesi" tabirini kullanacaktır; bkz. Zabıt Ceridesi, Devre ll, cilt 15, gün 4.3.1341. s.135
[53] Zabıt Ceridesi, Devre ll, cilt 14, gün 25.2.1341, s.307
[54] Ali Fuat Cebesoy, TCF'nin bu maddesini göstererek laik olduğunu belirtir; bkz. Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralar, cilt 2, s.118
[55] Metin Heper, İsmet İnönü: Yeni Bir Yorum Denemesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, İstanbul, s.175
[56] Zabıt Ceridesi, Devre ll, cilt 15, gün 4.3.1341, s.131
[57] Zabıt Ceridesi, Devre ll, cilt 15, gün 4.3.1341, s.133-134
[58] Metin Heper, a.g.e., s.166
[59] Meslek dergisi için bkz. Zafer Toprak, Atatürk: Kurucu Felsefenin Evrimi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2021, İstanbul, s.208-209
[60] Ali Fuat Cebesoy ise aksine hatıratında TCF'nin iktidara geçme hevesi olmadığını yazacaktır; bkz. Ali Fuat Cebesoy, a.g.e., s.116. Fakat TCF'nin var olduğu dönemde benimsediği çizginin bu olmadığını söylemek mümkündür. Çünkü TCF, SCF gibi veyahut İnönü dönemindeki Müstakil Grup gibi bir bağımlı yapı oluşturmamıştı. TCF, CHF'den de homojen bir yapıya sahipti, parti programları o ana kadar kurulan Türk siyasal partilerinin aksine oldukça detaylıydı. Bu parti programı ve bağımsız yapı, iktidar olma hevesini gün yüzüne çıkaran bir olgudur. TCF’nin iktidar olmak için yapacakları, bu bağımsız yapı ve sağlam programla gelecek seçimlerde boy göstermektir. Karabekir’in kendisi 15 mebusla iktidarı ele geçirmenin mümkünatı olmadığını belirtmiştir. Bu da bizi gelecek seçimler ihtimaline götürür. Zürcher de TCF’nin gelecek seçimlere oynadığını yazacaktır; bkz. Erik Jan Zürcher, a.g.e., s.145
[61] Falih Rıfkı Atay, a.g.e., s.422
[62] Uğur Mumcu, a.g.e., s.173
[63] Erik Jan Zürcher, a.g.e., s.149
[64] Bunun için bkz. Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, s.520
[65] Kemalist devrim her yönden gelen bir devrimdir; hukuki, siyasi devrimler devlet kademesinde olup halka aktarılması esasına dayanır, bu yönüyle yukarıdan inme bir model araçtır. Bu devrimler oluşurken sıhhi, iktisadi inkılaplar da görülmezlikten gelinmemiş, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren bu inkılaplara gerekilen önem verilmiştir. Sağlık devrimi hk. bkz.; Sinan Meydan, Pusula, İnkılap Kitabevi, 2021, İstanbul, s.171-177
[66] Ayrıca başkentin İstanbul olarak kalmasını savunmaktalardı.
[67] Feroz Ahmad, Jön Türkler: Osmanlı İmparatorluğunu Kurtarma Mücadelesi 1914-1918, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019, İstanbul, s.140
[68] a.g.e., s.150
[69] Hüseyin Cahit Yalçın, Halkçı, 28-29 Aralık 1954
[70] Ali Fuat Cebesoy, a.g.e., s.120
[71] Feroz Ahmad, a.g.e., s.150
[72] Erik Jan Zürcher, a.g.e., s.43
[73] Hakan Özoğlu, a.g.e., s.184
[74] Detaylar için bkz. Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat
[75] Kara Kemal ismi 1923 seçimlerinden İzmir Suikastı’na kadar üzerinde oldukça durulmuş bir isimdir. Bu ilginin oluşumunda her etken mevcuttu. Aşağıda daha detaylı şekilde incelenmiştir.
[76] Erik Jan Zürcher, a.g.e., s.88
[77] İttihat ve Terakki’nin Nisan 1923’te hazırladığı programının birinci maddesi: ‘’İttihat ve Terakki bütün hürriyetlere taraftar, radikal bir siyasi fırkadır.’’
[78] Hakan Özoğlu, a.g.e., s.
[79] Uğur Mumcu, Gazi Paşa’ya Suikast, Um:ag Vakfı Yayınları, 2019, Ankara, s.1
[80] Ziya Hurşit, Gazi Paşa’ya herkesten önce kin duymaya başlamıştı. Bu kin Sakarya Meydan Muharebesi’ne kadar dayanır. Saltanatın kaldırılmasına tek red oyu veren kişi Ziya Hurşit’tir. Ali Şükrü Bey’in katlinden sonra ise bu kin daha da artacaktır. Suikasta karışmasında da kişisel hırsları ağır basmıştır.
[81] ABE, cilt 18, s.242
[82] ABE, cilt 18, s.227
[83] ABE, cilt 18, s.226
[84] Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, İleri Kitabevi, İzmir, 1995, s.433
[85] Feridun Kandemir, İzmir Suikastı’nın İçyüzü, Ekicigil Yayınları, 1956, İstanbul, s.19
[86] Ahmet Şükrü Bey, Umumi Harp sırasında Posta Telefon ve Telgraf Nazırlığı’nı üstlendi. İttihat ve Terakki’nin güçlü kalelerinden olan Trabzon’da valilik yaptı. Adı İzmir Suikastı haricinde Mahmud Şevket Paşaya ait olduğu iddia edilen ses kayıtlarına da yansıdı. Bir kanıya göre bu kayıtları Ahmet Şükrü Bey almıştı, kayıtlar propaganda amaçlı hazırlanmıştı.
[87] Uğur Mumcu, Gazi Paşa’ya Suikast, s.51
[88] Gazi, her ihtilalci gibi emniyetçidir. Emniyetin sağlanması onun için bir kesinlik arz eder. Bu kesinliğin yanında zamanında gerçekleştiremediklerini gerçekleştirme imkanını da bulmuştur. Telgraf için bkz. ABE,cilt 18, s.234
[89] Günümüz Türkçesinden mahkeme sorgularını okumak için bkz. Uğur Mumcu, Gazi Paşa’ya Suikast
[90] Bir İngiliz kaynağı ordunun rahatsızlık duymaya başladığını belirtir; bkz. Hakan Özoğlu, a.g.e., s.181
[91] Hakan Özoğlu, a.g.e., s.175
[92] Ziya Hurşit’in kardeşi Faik Bey suikasttan 30 yıl sonra 1956 senesinde TCF erkanının suikasttan haberi olduğunu söyleyecektir; bkz.
[93] ‘’- Neden sizin evde toplanılıyor?/ -Daha rahat, daha sakin…/ - Yani gizlice bir komite! Detayı için bkz. Uğur Mumcu, Gazi Paşa’ya Suikast, s.69-70
[94] Uğur Mumcu, Gazi Paşa’ya Suikast, s.70
[95] Mustafa Kemal Paşa’nın Karakol’a karşı duyduğu kuşku, başına buyrukluğundan kaynaklanmaktaydı. Ayrıca Karakol, gerektiğinde öldürmede bile serbestti. Gazi’nin kuşkusu da bu serbestlik kuşkusundan kaynaklanıyor olabilir.
[96] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, cilt 3, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2012, s.169
[97] Uğur Mumcu, Gazi Paşa’ya Suikast, s.94
[98] Uğur Mumcu, Cavit Bey’in oğlu Şiar ile yaptığı görüşmede Şiar’ın şunları dediğini aktarmıştır: ‘’Atatürk’ü Türkiye’nin halaskarı olarak tutarım, severim. İdamdan direkt olarak sorumlu tutmam. Babam asıldı diye Atatürk’ düşmanlığım yoktur.’’