1980 Sonrası Ulusalcılık ve Dertleri

Daima Konu Görseli

1980 SONRASI ULUSALCILIK VE DERTLERİ

Ulusalcılık kökenlerini 18. Ve 19. yüzyılda bulabileceğimiz Ulus-devletlerin baş göstermesi ile birlikte var olan fakat ideolojik olarak belli bir kalıp çerçevesince tam oturtulamamış bir ideolojidir denilebilir. Temel toplumsal birimin ulus devletlerin içerisinde yaşan toplumlar olarak algılanışı ve sömürgelerin uluslaştığı bir dönemde ulus kavramı Marksizmin sınıf kavramının önüne geçmiş ulusalcılık kimilerine göre sosyalizmden daha etkin görülmeye başlanmıştır. (İhsan Şerif kaymaz :90) Türkiye’de 1930’larda Kadro ve 1960’larda Yön hareketlerinin ulusalcılığın gelişmesinde önemli etkileri olmuştur fakat ulusalcılık asıl etkisini 12 Eylül’ü yaşamış, Özal görmüş ve Sovyetlerin yıkıldığı bir dönem olan 1990’lardan itibaren gösterecektir. Bu dönemde de kendi içlerinde sol ulusalcılar, sağ ulusalcılar ve merkez ulusalcılar gibi farklı adlarla adlandırılacaklar fakat karşı oldukları iki husus ortak olacaktı “Emperyalizm ve neoliberal politikalar”

1980’Lİ YILLAR VE ULUSALCILAR RAHATSIZ OLUYOR

Kapitalizmin büyük buhran sonrası krizine bir çare olacağı düşünülen fordist üretim biçimi ve Kenyesçilik altın yıllarını geride bırakmış ve kapitalizmin yeniden üretimi için çare “Neoliberalizm” olmuştu. Neoliberal politikalarla birlikte ekonomik kalkınmada devletin rolü sorgulanmış ve küreselleşme dalgası başlamıştır. Küreselleşme dalgası ile ulus-devletler içerisinde “Structural Adjustment Loan”(SAL) yani yapısal uyarlama kredileri ile “Yapısal Uyarlama Politikaları” etkisini gösterdi. SAL’lar ile ilk çıkılan kıyı ise Türkiye ’idi. (Güler 2015:21) Bu dönüşümleri anlamamız için ise iki kavramı incelememiz gerek bunlar “Yönetişim ve Yerelleşme” dir.

YÖNETİŞİM NEDİR?

Yönetişim kökenlerini neoliberal politikalarla birlikte 1980’lerde bulan fakat Sovyetler Birliğinin dağılımı ile birlikte asıl etkisini 1990’larda gösterecek olan neoliberal politikaların yürütme iktidarını güçlendirmesi sonucunda yürütme iktidarında karar alma sürecine dahil olan ve sermaye çıkarlarının daha yoğun temsil edilmesini sağlayan küresel bir eğilimdir. (Özdemir 2022: 421) “Hükümet olmadan yönetme” amacını taşıyan yönetişim, normatif bağlamda etki doğuracak kararları normatif düzenlemelerin dışında başka kanallarla üretmeyi amaçlar.1995 Tarihli OECD raporundan da anlaşılacağı gibi yönetişim formel düzenlemelerin yanında enformel düzenlemeleri de içerir. Rapor devletlerin esnek olmayan yapısının ve aşırı merkezileşmesinin “piyasa ve toplum yararına” bir başarının sağlayamayacağını da anlatır. Yani aslında istenen halkın kendi yaşamının efendisi olarak sahneden inişi ve buna karşılık çok uluslu şirketlerin sermaye üzerinde belirleyici olduğu bir ortam yaratmaktır. (Özdemir 2022:423)

YERELLEŞME NEDİR?

Merkezi devletlerin ekonomik kalkınmada başarısız olacağını varsayan yönetişim aynı zamanda yerelleşme politikalarını da destekler. Ulus-devletlerin üniter yapısı yönetişim ve neoliberal politikaların önünde bir engel oluşturmasına karşılık yerelleşme politikaları ile bu engeller aşılmaya çalışılmıştır. Ulus devletler içerisinde merkezi devletle bağları azalan “yerel bölgeler” çeşitli şekillerde tatbik edilmeye çalışılmıştır ki amaç kendi ulusal merkezi ile bağı azalan fakat merkez kapitalist ülkeler ile bağı güçlenen, uluslararası finans merkezlerine bağlanan “ulusal devletler içerisinde bölgeler” oluşturmaktır. Buna “Küre-yerelleşme” (glocalization) denilebilir. (Özdemir 2022:429) Bu sürece ise mikro- milliyetçilik dalgaları eşlik edecektir.

TÜRKİYE’DE YÖNETİŞİM VE YERELLEŞME

Türkiye’de 1970’lerin ithal ikameci dönemin tükendiği ve devletin kalkınmadaki rolünün sorgulandığı bir dönemde meydana gelen 12 Eylül ve Özal dönemi ile 24 Ocak kararlarının uygulanmaya başlanmasıyla Türkiye bir dizi dönüşüm yaşamaya başladı. Öncelikle Özal Türk siyasetine yeni bir soluk getirmişti. Türk solunun tekelinde olan “demokrasi”, “özgürlük” gibi kavramları sağın lügatine sokarak ve bu kavramları sağın içinde tartışılır ve ifade edilebilir bir hale soktu. (Gürpınar 2011: 52). Özal Batılı liberal demokrat değerler ile muhafazakâr ve “milli” hassasiyetler arasında bir sentez yapmıştı. Demokrattan çok çoğunlukçu bir yaklaşım benimseyen Özal (Gürpınar 2011:53) aslında çıkarlar konusunda azınlıkçı bir yaklaşım benimseyerek sermaye sınıfı çıkarlarına odaklanan politikalar izledi. Özal sosyal dönüşümün anahtarının ekonomik olduğunu düşünüyor ve ekonomik liberalleşme ile Batılılaşma politikaları izliyordu. Özal bu politikaları izlerken 12 Eylül sonrasında gücünü önemli ölçüde yitiren sol ve sol-Kemalist cenaha ise açıkça meydan okuyordu. Bu meydan okuma sadece ekonomik alanda değil aynı zamanda “entelektüel bir meydan okuma”ydı. (Gürpınar 2011: 55) Özal’ın bu sağ revizyonizmi ulusalcılığın gelişmesinde önemli bir etken olmuştur. Bu dönem yönetişim ve yerelleşme politikalarının başlangıcı kabul edilebilir. Keza “Structural Adjustment Loan” yani SAL’lar ilke defa 1980’lerde kıyıya çıkmıştı. SAL’lar 1980-1986 arasında toplam 1,6 milyon dolarlık beş adet kredi ile başlamış ve 1985-1990 arasında sektörel uyarlama kredileri ile tarım, enerji ve mali sektörlerde derinleşti. Örneğin Türkiye Zirai Donatım Kurumu’yla birlikte tohum, yem, gübre, tarımsal makine, ilaç ve elbette tarım kredi sistemi, kooperatifçilik dağıtıldı; yerini piyasa adı altında küresel şirketler aldı. (Güler 2015:21) Yönetişim; bölgeselleşme, yerelleşme ve küre yerelleşme politikalarını ise beraberinde getiriyordu. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı(AYYÖŞ) 1988’ de yürürlüğe girdi ve Türkiye şartı o yıl 21 Kasım 1988’de imzaladı, hükümette ise Turgut Özal ve ANAP vardı. Özal’dan sonra ise AYYÖŞ’ün ,mikro milliyetçilik dalgalarının etkisindeki yerelliğinin “demokrasi” getireceği ve “Kürt Sorunu “nun çözümünde bir kriter olacağı vurgulandı. 2014 yılında ise BDP Eş başkanı Selahattin Demirtaş “30 Mart 2014 yerel seçimlerinden sonra özerkliği inşa edeceğiz” diye vurgulamıştı. Bir diğer yerelleşme politikası ise “Büyükşehir Belediyeleri” oldu. Türkiye’de Büyükşehir Belediyeleri 1982 Anayasasının 127. Maddesindeki “büyük yerleşim yerlerinde özel yönetim biçimleri oluşturulabilir” hükmüne dayanılarak 1984 yılında kurulmaya başlanmıştır. 2014’ten sonra ise büyükşehir belediyelerinin sorumluluk alanının il sınırları ile genişletilmesi, büyükşehir belediyelerinin arttırılması, bölgesel kalkınma planları ve ajanslarının kurulması, yargı sisteminde Bölge İdare Mahkemeleri ve Bölge Adliye Mahkemelerinin kurulması devlet yapısında odağın merkezden bölgelere doğru kayışının göstergeleri olabilir. “Bölge Yönetişimi” olarak adlandırılabilecek bu pratikler piyasa aktörlerinin doğrudan ya da dolaylı temsiliyetlerini içerir. (Özdemir 2022: 429) Bunun gibi bir takım dönüşümler ile çok uluslu devletlerin ekonomi üzerindeki etkinliğinin artması, dünyanın farklı yerlerindeki sermaye gruplarının artık tek bir ulus devletin imkanlarıyla yetinmeyecek kadar yayılmaları ve içlerine nüfus ettikleri toplumların ekonomik ve siyasetine dahil olmaları (Özdemir 2014:14), özelleştirme dalgaları ve “demokrasi”lerin sermaye ekseninde biçimlenmesi ve bu sürece “insan hakları” gibi kavramların eklenmesiyle birlikte 1990’lardan itibaren Sovyetler Birliğinin olmadığı bir dünyada küreselciler, etnikçiler ve İslamcıların bu süreçlere eşlik edişi ile Türk kimliğinin tartışılmaya başlandığı, üniter devlet yapısına karşı olunana bir ortamda “Ulusalcılar” bütün bunlara bir tepki olarak var doğdular.

ULUSALCILAR VE TEPKİLERİ

Sovyetler Birliğinin çöküşüyle birlikte soldan ulusalcılığa sığınanlar olduğu gibi 12 Eylül’ün Atatürk’ü devletleştirmesiyle birlikte Kemalizm’i ulusalcılık adı altında yeniden üretenler de oldu. Hangi şekilde ulusalcı olunursa olunsun dert aynıydı “Emperyalizm ve neoliberal politikalar ile var olan vahşi kapitalizmden duyulan rahatsızlık”. Ulusalcıların ilk tepkileri 1991 Sovyetlerin yıkılmasından sonra Mehmet Altan’ın 1992’de Özal’ın açtığı yoldan ilerleyen ve eski Cumhuriyetin değerlerini reddetmeyi savunan “İkinci Cumhuriyet” fikriydi. Mehmet Altan “eski Cumhuriyetin” fikirlerini reddetmeyi savunurken Uğur Mumcu, Mümtaz Soysal ve İlhan Selçuk gibi isimler bu fikir ile dalga geçiyor Mehmet Altan’a cevaplar veriyordu. Hakan Reyhan’ın editörlüğünde çıkan “Ulusal” isimli dergi ise Anıl Çeçen, Attila İlhan gibi “Kemalist Sol” isimlerin yazdığı ve Alparslan Işıklı, Sina Akşin gibi isimlerin yazılarına ve söyleşilerine yer verildiği ve teorik omurgasını “Hangi Küreselleşme” adlı kitabın yazarı Attila İlhan’dan alan bir dergi olarak çıkmıştı. Atilla İlhan’dan sonra ise açtığı yoldan nice isimler sağdan ve soldan olmak üzere küreselleşme ve emperyalizmin Türk ulus devlet yapısına zıtlığı üzerinden ilerlemişlerdir. Ümit Özdağ gibi isimler sağdan ilerlerken Alparslan Işıklı gibi isimler soldan ilerlemişlerdir. (Gürpınar 2011:104) Bir dönem ise CHP içerisinde Birgül Ayman Güler, Muharrem İnce ve Emine Ülker Tarhan gibi isimler Ulusalcı kanattan ilerlemeye çalışmışlardı. Suikastlar sonucu hayatını kaybeden Bahriye Üçok ve Ahmet Taner Kışlalı ise ulusalcı bakış açısının önemli temsilcilerinden sayılırlar.

28 Şubat ve AKP Dönemi Ulusalcılık

28 Şubat ise sağ cenahta sanki 12 Eylül onların işine yaramamış gibi hem 12 Eylül hem 28 Şubat’ı aynı kategoride gören bir bakış açısıyla Türk Ordusuna karşı nefret tohumlarını serpiştirmiş ve ulusalcılığa karşı AKP döneminde bir savaş açılmasına sebep olmuştur. Düşmanlık ilanı 2005 yılında “Ulusalcı dalgayı aşarız” diye Pensilvanya’dan geldi. 2007 yılında ise Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele ve Harekât Dairesi tarafından ulusalcılık “aşırı sağ faaliyetler” kapsamında izlenmeye alındı. (Güler 2015:54) 2008 sonrasında Ergenekon ve Balyoz davaları ile ulusalcılarla hesaplaşılmaya çalışıldı. 2012 yılında Ahmet Davutoğlu “Ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi” derken 2013 yılında Başbakan Erdoğan “Ulusalcılar önümüzü kesemeyecek” demişti ve aynı tarihlerde Abdullah Öcalan “Süreci ulusalcı kesimler engeller, süreci bozan düşmanımdır, onlara karşı toplumu hazırlamak için meclisi önemsiyorum” dedi. (Güler 2015: 54) 2010 sonrasında Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte ulusalcıların (Y)CHP içindeki etiklerinin azalmasıyla ulusalcıların siyaset sahnesindeki etkileri yavaş yavaş azalmış ve bugün mecliste etkinlikleri kaybolmuştur. Ulusalcıların rahatsızlıklarını ve neye karşı olduklarını açıkladığım bu kısmı Birgül Hoca’nın cümleleri ile bitiriyorum “Ulusalcılık yalnızca bir sözcük değil, bir ideolojinin adıdır. Küresel emperyalizme ve etnik-yerelciliğe direnişin ve tam bağımsız Türkiye idealinin 21. Yüzyıl ideolojisidir.” (Güler 2015:107)

ULUSALCILARIN HATALARI NEYDİ?

Ulusalcılar 20. yüzyılda sosyalizmin emperyalizm karşıtı politikalarını Sovyetler sonrasında ulusal bir çizgide devam ettirseler de “sınıf” kavramını ve “sınıfsal sömürü” kavramını atlamışlardı. Devlet ve sınıf ilişkilerine hiç değinmemişlerdi. Oysa devlet, sınıf karşıtlığının giderilemezliğinin bir ürünü ve ifadesidir. Devlet, sınıf karşıtlığının giderilemediği yerde, anda ve ölçüde ortaya çıkar. (Lenin 2021:19) Devlete bakış açılarındaki bu eksiklik sorunların sınıfsal boyutlarını görmelerine bir engeldi. İkinci olarak ise Ulusalcılar neoliberalizmin getirdiği belirsizliklere olan karşıtlıklarını belli etseler bile kapitalizme karşı net bir çözümleri yoktu. Burjuva demokrasileri devletlerin sorunları, her daim kapitalizmin krizlerinden bağımsızmış gibi göstererek yozlaşmış düşünce ve tartışma özgürlüğünün var olduğu parlamenter kurumlarda çözmeye çalışırlar. Halbuki bizlerin bugün kapitalizmin genetik programını, etrafımızda gördüğümüz dehşetin niçin tesadüfi değil de sisteme içkin olduğunu, yani bunların özellikle kapitalizmin kötü bekçilerinden kaynaklanmadığını dolayısıyla onların yerine iyi bekçiler çağırarakta bunu değiştiremeyeceğimizi anlamamız gerek. (Lebowitz 2017:15)

Kaynakça

Ali Murat Özdemir, Genel Kamu Hukuku

Ali Murat Özdemir, Kolektif Emperyalizm

Birgül Ayman Güler, Ulusalcılık ve Karşıtları

Doğan Gürpınar, Ulusalcılık

İhsan Şerif Kaymaz, Kemalizm’in Ulusalcılık Anlayışı ve Günümüz Türkiye’sinde Ulusalcılık-Milliyetçilik Algılamaları

Lenin, Devlet ve Devrim; Yordam Kitap

Michael Lebowitz, Bugünden Kuralım 21. Yüzyıl İçin Sosyalizm