Karşı-Devrimden Başkanlık Sistemine
KARŞI-DEVRİMDEN BAŞKANLIK SİSTEMİNE
1982 Anayasası yürürlüğe girdiği tarih olan 9 Kasım 1982’den bu yana ilk kez 1987 yılında olmak üzere tam tamına 21 kez değiştirildi. Bu değişikliklerden en tartışmalı ve en kapsamlı olanı ise 16 Nisan 2017 tarihinde halk oylamasına sunulan ve 18 maddelik değişikliğin esas konusu hükümet sistemi olan 2017 Anayasa değişikliğidir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak bize sunulan fakat yapısı itibari ile tipik bir başkanlık sistemi olan bu sistem Türkiye’de için uzun yıllardan beri tartışılan ve temelleri atılan bir sistemdi.
1946 SİSTEMİN TEMELLERİNİ İLK KEZ ATTI
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki en önemli iki felsefenin emperyalizm karşılığı ve her alanda tam bağımsızlık olduğu söylenebilir. Siyasi bağımsızlığımızdan sonra elde etmemiz gereken iktisadı bağımsızlığımız için ise “milli iktisat” yolu Cumhuriyetin temel hedeflerindendi. 1932 yılında başlamış olan “Devletçilik” ilkesi ile devletin iktisadi alanlara girmesi ile milli iktisatta önemli bir mesele teşkil eden “toprak reformu” meselesi 1934 yılından itibaren tartışılmaya başlanmıştı. Özellikle ikinci dünya savaşından sonra ağırlık kazanan bu mesele toprak sahibi sınıflarca tepkiyle karşılanmış ve meclis içinde dışında şiddetle karşı çıkılmıştır. Aynı dönemde 5 Haziran 1945 tarih ve 4919 sayılı kanunla çok partili siyasi hayata geçildi. Çok partili siyasi hayata geçildikten iki gün sonra 7 Haziran 1945’te toprak reformuna en sert muhalefeti yapan dört isim Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü meclis grubunda açıkça görüşülmesi istene “dörtlü takrir” adılı önergeyi meclise sunarlar. 11 Haziran 1945 günü ise Toprak Kanunun kabul edilmesi ile muhalefetleri dahada artan bu dört isim 7 Ocak 1946’da Demokrat Partiyi kurdular ve Türkiye’nin çok partili hayat dönemi başlamış oldu. Kurulduktan kısa bir süre sonra karşı-devrim sürecine başlayan bu hareket şeriatçı akımları yeniden başlatmıştır. 1949’da Menderes gibi politikacılar Nakşibendi Şeyhi İsmail Efendi’yi ziyaret edip elini öpmüşler daha sonraları ise Said-i Nursi’lerden medet ummuşlardır. (Avcıoğlu,1969:273) 1950 seçimleri sonucunda DP’nin iktidara gelmesi ile karşı-devrim süreci hız kazandı. Özellikle 1932-1939 yılları arasında uygulanan devletçi ekonomik politikalar ile yabancı sermayenin gücü azaltılmış, sermaye ve işçiler arasında denge kurulmaya çalışılmıştı. DP ise bu politikaları tamamen terk ederek 1951 yılında önce Yabancı Sermaye Kanunu’nu çıkarmış fakat kanun yetersiz bulunarak 1954 yılında Dış İktisadi Politika Komisyonu Başkanı Clarence B. Randall’ın çabalarıyla Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu çıkartılmıştır. DP hareketi Laiklikten sonra Devletçiliğe de sırtını dönmüş ve Türk işçisi ve emekçisinin çıkarlarının yerine yabancı sermaye çıkarlarını öncelik tanımaya başlamıştır. Bununla birlikte Türkiye 1954 yılında Amerika petrol şirketinin avukatı Max Bell’e hazırlatılan bir tasarıyla kendi olanakları ile petrol bulmak ve işletmekten aciz Arap şeyhlerinin razı olduklarından daha ağır hükümler taşıyan bir petrol kanunu benimsedi( Avcıoğlu,1969:325) DP dönemi çıkarılan kanunlar ve izlenen politikalar ile birlikte özellikle ABD olmak üzere yabancı sermayeye bir çok imtiyaz tanınmış ve dışarıya bağlı yerli kapitalistler imal edilmeye çalışılmıştır. 1958 yılında ise DP hükümeti ile IMF arasında bir istikrar programı üzerinde anlaşma sağlanmıştır. Bu olay DP hükümetinin kötü gidişatı kabul ettiği anlamını ortaya koymuştur. Marshall Yardımlarını alan ve NATO üyesi bir ülke olmamız sebebiyle ABD’nin Türkiye üzerindeki etkileri DP döneminde artarak devam etmekteydi ki Menderes 1959 yılında ABD’den istediği yardımı alamayınca Moskova’ya gideceğini açıklamış ve bu Menderes’in sonu olmuştur. 27 Mayıs Hareketi ile de DP ve Menderes dönemi tamamen bitmiştir.
27 MAYIS İLE GELEN DEĞİŞİM
27 Mayıs’ın temelinde, ABD isteği ile yürütülen ölçüsüz bir kapitalist gelişmenin yarattığı büyük hoşnutsuzluklar yatmaktaydı. 1876’da Jön Türkler, 1908’de İttihat ve Terakki ne söylüyorsa 1960’ da bir anayasa yapmakla dertlerimizin çözüleceğine inanılıyor, kimse devletçilikten söz etmiyor kimse kapitalizmin yarattığı sorunlardan bahsetmiyordu. 1961 Anayasası hazırlanırken “sosyal” deyimi üzerinde tartışmalar yürütülmüş, sosyal kelimesinin içeride ve dışarıda olan yabancı dostlarımız tarafından Türkiye için endişe uyandırıldığı belirtilmiş ve büyük muhalefetler sonucunda “sosyal adalet” ve “çalışma” deyimleri anayasa metninden atılmıştır. (Avcıoğlu, 1969:352) Batılı değeler olan “insan hakları” “hukukun evrensel ilkeleri” gibi kavramlar hukuk sisteminde yer edinmişlerdir. 1961 Anayasası yürürlüğe girdikten sonraki dönemde ise Türkiye’de karışıklar bitmemiş sağ-sol çatışmaları hız kazanmış ve sendika hakları ile işçi sınıflarının örgütlenmesi kolaylaşmıştır. Sermayenin taleplerine cevap verilemeyen bu süreçte yürütme organının güçlendirilmesi gerekiyordu
1971 MUHTIRASI VE İLK CEVAP: KHK
Sermaye taleplerine ilk cevap ise çok geçmeden 12 Mart 1971 Muhtırasından sonra ilk kez 1972 yılında çıkacak olan KHK müessesidir. Krize giren Kapitalizmi ayakta tutmak için devlet faktörünün devreye sokulması gerekiyordu ve bunu da en iyi şekilde yapmanın yolu yürütme iktidarını güçlendirmekti. KHK’lar ile birlikte Türkiye neoliberal politikalara geçişin ilk aşamasına başlamış ve bu tarihten sonra yürütme organı 2017 Anayasa değişikliğine kadar güçlendirilerek devam ettirilmiştir.
1980 DARBESİ VE NEOLİBERALİZM
1980 Askeri darbesinden sonra Türkiye’de Turgut Özal ile birlikte 24 Ocak Kararları uygulama alanı bulmuştur ve Türkiye neoliberalizm ile artık tam olarak tanışmıştır. “Piyasa” ve “piyasa toplumu” fikri Türkiye içinde tarihinde hiç olmadığı kadar güçlü bir biçimde savunulmaya başlamıştır. Yürütmenin yasama ve yargı karşısında öneminin daha da arttığı bu dönemde piyasalar ve uluslararası sermayeler lehine regülasyonlar yapılmıştır. Özal’ın ölümünün ardından 1991 ve 2002 yılına kadar koalisyon hükümetleri döneminde istikrar sağlanamamış ve bu bizi günümüz iktidarı olan AK Partiye getiren süre olmuştur.
AKP İKTİDARDA
AKP iktidarının 2003-2008 arası döneminde neoliberal politikalar devam ettirilmiş, özelleştirilmeler artmış ve yabancı sermayenin ülkeye girişi artmıştır. Özelleştirmeler ile nakit girdi artmış fakat yabancı sermayenin ülkeye girişi ve özelleştirmelerdeki bu artış büyümeyi dışa bağlı hale getirmiştir. 2008 Krizi ile ise nakit girdiler azaldı ve Türkiye’nin büyüme oranında düşüşler başladı.
15 TEMMUZ SONRASI BAŞKANLIK SİSTEMİNE GEÇİŞ
2008 Krizi sonrasında yabancı sermaye ile kopuş yavaş yavaş başlamışken 15 Temmuz 2016 Darbe girişimi ile birlikte Batı sermayesinden ayrı yeni bir yola girilmesi gerektiği hükümet tarafından anlaşılmış ve Cumhurbaşkanının sermaye birikiminin üretim, dolaşım, tüketim ve dağıtımını kontrol edebileceği yeni bir sisteme geçişin çalışmaları başlamıştır. Bu sistem ise tabiki Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi olarak bize sunulan “Başkanlık Sistemidir”.
SONUÇ:16 NİSAN 2017 REFERANDUMU
Sonuç olarak 1946 karşı-devrimi ile başlayan sermaye yanlı politikalar ve 1960’lardan beri siyasetin sağ kanadında tartışılan başkanlık sistemi ile 1971 Anayasa değişiklikleri, 1982 Anayasası gibi sermayenin taleplerine cevap olarak yapılan değişikliklerden (Özdemir,2022:158) sonra son cevap ise 16 Nisan 2017 Referandumu ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemiydi. Türkiye 2017’den beri başkanlık sistemi ile yürütülen bir ülke olmayı sürdürüyor. Sistem başta ABD olmak üzere diğer ülkelerde de toplumsal uzlaşıyı sağlama konusunda başarılı olmuyor olsa bile son karar her zamanki gibi Türk Milletinindir.
Peki Ne Yapmalı?
Öncelikle millet olarak artık anayasaların bir kurtarıcı olmadığını anlamamız gerekiyor. Anayasalar ülkelerin “hakim cumhuriyet projelerinin ifadeleridir”. (Özdemir,2022:66) Bu sebeple ilk olarak yapmamız gereken şey Cumhuriyetimizin kuruluş felsefelerine geri dönmek ve laik, tam bağımsız ve üniter ulus-devlet olgumuza sahip çıkmamız gerek.
NEDEN ULUS-DEVLET?
Ulus-devlet kaybetme lüksümüzün olmadığı bir kere kaybedersek bir daha toplanmasının imkansıza yakın olduğu bir kurumdur. Bunun için ise millet olmaya önem vermemiz ve Atatürk milliyetçiliğine sıkı sıkıya bağlanmamız gerekiyor. An itibari ile ulus devletler iç ve dış sermaye gruplarının taleplerine cevap veremeyecek duruma geldiklerinden dünyada globalleşme süreci artmış ve bu süreç DP iktidarından beri başta Atatürk İlkeleri olmak üzere ülkemizin kuruluş felsefelerine saldırarak kendisini göstermektedir. Başta laiklik ve devletçiliğe saldıran zihniyet şimdilerde ise milliyetçiliğe saldırarak üniter yapımımızı bozma eğilimi göstermektedir.
ÇÖZÜM NE OLABİLİR?
Ne 1961 Anayasasının parlamenter sistem ile getirdiği Batılı değerler olan “hukukun evrensel ilkeleri” ile “insan hakları” gibi kavramlar ne 1982 Anayasası ile politikamıza hakim olan neoliberalizm ne de 2017 Anayasası değişikliği ile gelen başkanlık sistemi sorunlarımızı çözmediği gibi ülkemizi yabancı sermayelere açarak sorunlarımızı daha da arttırmıştır. Çözüm ancak ekonomik, siyasi ve hukuki olarak tam bağımsız bir Türkiye ve Kemalist devrimde yatar. Nasıl ki 1921 ve 1924 Anayasaları aynı Cumhuriyet projelerini anlatan ve emperyalist etkilerden uzak kendi kendimize Türk Milletinin geleceği için hazırlanmış anayasalarsa çözüm yeniden Türk Milletine bağımlı kurumlar ve anayasa oluşturmaktır. Burjuva demokrasilerinin ve meclislerinin olağanüstü durumlarda çıkmaza girdiği bu dönemlerde çok partili hayat, düşünce ve ifade özgürlüğü kapitalist sınıfların mecliste temsiliyetlerini arttırır ve yozlaşarak devrim karşıtı seslere kapı aralamaktan başka bir işe yaramaz. Türkiye’de yeniden Kemalist ilkeler doğrultusunda laik, üniter ve tam bağımsız ulus-devlet olgusunu tesis edecek bir tek parti meclisi oluşmazsa, karşı-devrim durmadan devam edecektir. Geçmişte olduğu gibi çözüm yeniden Türk Milletinin Kemalist ilkelere dönmesidir. Unutulmamalıdır ki Türkiye Cumhuriyeti uluslararası sermayenin ve emperyalist güçlerin hedeflerine tam olarak ulaşamadıkları ve ulaşamayacakları ülke olarak kalmaya devam edecektir.
KAYNAKÇA
Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni
Ali Murat Özdemir, Genel Kamu Hukuku