Türkiye Yüzyılı'nda Sosyal Çöküş ve Direniş

Daima Konu Görseli

“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” der Albert Camus.

Türk Ulusu olarak kökeni insanlık tarihinin en eski zamanlarına değin uzanan bir kültüre sahibiz. Belki eski inanışların da getirisi olarak ağaçlardan hayvanlara; birey olarak insandan, bir olgu olarak insanlığa kadar her daim çağın ötesinde vizyon ve kutsallar birikiminin sahibiyiz. Kadının diğer coğrafyalarda köle olarak görüldüğü dönemlerde kadın hükümdarlarımızın, insanın devlet yönetiminde tebaa olduğu zamanlarda sosyal devlet anlayışıyla “insanı yaşat ki devlet yaşasın” şiarına sahip olduğumuz bir geçmişimiz var. Evliliklerde uygun eş adayının kadınlar tarafından da belirlenebildiği, annelerin daima baş üstünde tutulduğu, devletin dahi “ana” sözüyle nitelendirildiği bir ulusuz. 

Türk ulusu dışında böyle bir maziye sahip olup da tüm dünyada toplumsal cinsiyet eşitliği ve cinsel yönelim eşitliği gibi kavramların konuşulduğu bir çağda her gün onlarca kadının öldürüldüğü, artık meselenin bir cinsiyete yönelik soykırım halini aldığı ve dolayısıyla bütün toplumun kollektif bir cinnet hâlet-i ruhiyesine büründüğü, sokakta yürümenin bu denli güvensizleştiği; devlet memurluğuna torpilsiz şekilde hak kazanmanın, kariyerini rüşvet almadan veya rüşvet alındığına tanıklık etmeden devam ettirmenin imkansız hâle geldiği, ulusun yönetiminde söz sahibi olmaktan devleti ayakta tutmaya kadar, en alttan en üste akla gelebilecek  bütün insani ve toplumsal becerilerin aksadığı bir şekle evrilen başka hiçbir toplum yoktur. Maziden ati’ye değin kollektif kimliğini böylesine yitiren hiçbir ulus yoktur.

 

Osmanlı Devleti’nden başlayarak zamanla bütün hayatımızı etkisi altına almaya başlayan ulusal kimlik dejenerasyonumuz, AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte artık büsbütün sonucunu gösterdi. Ülkede cinayet, tehdit, şantaj, adaletsizlik kavramlarını içermeyen hiçbir habere denk gelemez olduk. Her şey 2002 yılında bugün içinde bulunduğumuz noktanın ilk basamaklarını döşeyen söylemlerle başladı. 

Türk siyasetinde ilk kez bir figür, mitinglerinde ve demeçlerinde dehşet verici bir hırsla doğrudan Türkiye’nin laik yapısını hedef almaya başladı. Bu figür, hedef göstermelerinin temel dayanağı kendi kutsallarına ters olduğunu idda ettiği toplumsal hüviyetimizdi. Her konuşmasında en çok alkışı bu kısımlardan aldı ve tüm siyasal vaatlerini bu toplumsal kimliği alt üst etmek üzerinden şekillendirdi. Kendisine BOP’un Eş Başkanlığı görevinin verilmesini sağlayacak ölçüde uluslararası müesses nizam tarafından yönetilen senaryonun sonucunda bu vaatlerini gerçekleştirebileceği siyasal bir konjonktür yaratarak tek tek eski Kemalist Cumhuriyetten intikam almaya başladı. 

Bu kişi herkesin anlayabileceği üzere AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ta kendisi. Bir önceki paragrafta bahsedilen tüm o siyasal dönemeçlerin ardından bugün geldiğimiz durum aslında Erdoğan’ın kendi ifadesiyle “Türkiye Yüzyılı”nın portesini oluşturuyor.  Bunca zaman sonra geçmişe yönelik baktığımızda, Erdoğan hakikaten siyasi hayatının ilk dönemlerinde bahsettiği ve o dönemin Türkiyesinde kimsenin imkan vermediği derecede ütopik ve radikal olan tüm vaatlerini bir bir gerçekleştirdi. Türk ulusunun binlerce yıllık toplumsal hüviyetini yıktı, dejenere etti, bambaşka bir hale getirdi. 

Bu yüzden bugün kimsenin çocuğunu sokağa oyun oynasın diye bırakamadığı, hatta sokağı geçtim okullarda öğretmenlere bile emanet edemediği, akrabalarının yanında güvende hissetmediği bir ahlaksal evrim geçirdik. 

Bu yüzden kimin ne tür bir denklemin içinde yer aldığını bilemediğimiz Narin Güran cinayetinin yasını tuttuğumuz sırada İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil cinayetlerinin şokunu yaşamaya başladık. 

Bu yüzden artık torpilsiz hiçbir işimiz halledilemediği, kavga etmeden hiçbir hakkımızın teslim edilmediği, küfür veya dayak yemeden trafikten ayrıldığımıza şükrettiğimiz bir noktaya geldik. 

Bu yüzden yirmi altı sabıkalı bir psikopatın elini kolunu sallayarak dışarda dolaştığı esnada polisimizi şehit ettiği haberi ve ardından zanlıyla ilgili annesinden duyduğumuz “defalarca kez şikayet ettik fakat hiç bir işlem yapılmadı” minvalinde sözler hepimizin ülkemize ve devletimize güvenini alt üst etti. 

Türkiye bu yüzden dünyada antidepresan kullanımında birinci sırada. Bunlar yüzden gençlerimiz KYK’larda intihar ediyor, İŞKUR kuyruklarında saatlerini harcıyor ve en nihayetinde mezun oldukları alanla alakasız üç kuruş ücrete minnet duymaya zorlandıkları işlere razı oluyorlar. Çiftçilerimiz tarlasını, bağını bahçesini ekemez oldu. Türkiye’de mafya görünümlü garip yaratıklar sokaklardan devlet yönetimine kadar bu sayede sahip oldu. Tüm bunların nedeni “Türkiye Yüzyılı”.

1980’lerden başlayarak günümüze kadar artarak devam eden ve 20 yılın sonunda doruk noktasına ulaşan sosyal çürüme nedeniyle işte bu hale geldik, getirildik. Bu manzaranın ressamı yeni bir devlet kurmuşçasına kutsanıyor ve “Başkomutan” olarak anılmaya layık buluyor kendini. 

Mazisinden çok daha başka bir kültüre sahip toplumsal yapının içinde ve çağdaş insanlığa ait olmayan onlarca duygu ve yaşantıyla yaşamaya mahkum bırakılan bizler, bu tablonun izleğini anlatabilecek kadar da olsa cesaretimizi yitirmediysek ve pes etmediysek aslında Türk ulusu her ferdiyle teslim olmuş sayılmaz. 

Günden güne büyüyen, geç de olsa nihayet aydınlığın ışığıyla filizlenmeye başlayan, 7’den 77’ye her yaştan insanın mücadele azmi; Atatürk’ün fotoğraflarını her gördüğünde, sözlerini okuduğunda ve sesini duyduğunda yeni marşlar ve andlar eşliğinde hafızasını tazeliyor, kimliğini yaşatmaya çabalıyor ve elinden geldiği ölçüde kavgasını sürdürüyor. 

 

Tam olarak bu nedenle son bir ay içinde şahit olduğumuz onca acının, yasın, cinayetin, rüşvet ve hukuksuzluk skandallarının son bulduğu, eski Türkiye’nin yeniden duyumsandığı ve duyumsatıldığı toplumsal bir hassasiyetin peşinde koşturmayı asla bırakmayacağız. 

Mücadelemizin son noktasına geldiğimiz bir günün sabahında ise yüzümüzde her şeye rağmen başarmış olmanın, mücadeleyi sürdürmenin ve kavgayı bırakmamanın gülümsemesi olacak. Bizleri bu günlere getirenler belki o sabah anında hesap vermeye başlamayacak fakat toplumsal kimliğimizi yitirmemize neden oldukları her bir olayın, sözün ve tarihsel sürecin yükü altında ezile ezile yaptıklarının bedelini ödeyecekler. 

Şairin de dediği gibi bu günlerden geriye bir yarına gidenler kalacak bir de yarınlar için direnenler. 

 

Ne Yapmalıyız?

Yazının ana temasını oluşturan toplumsal kimliğimize yönelik gerçekleştirilen her türlü faaliyete karşı çıkmalı, bizim olmayanı ve bizden olmayanı daima reddederek kendi benliğimizle dolu bir ulusal düzen yaratma fikrinden asla geri adım atmamalıyız. İnsanca yaşamanın gittikçe zorlaştığı ve toplumsal yapımızın alt üst olduğu bu devirde kimi zaman insaniyete sahip olmak enayilik yahut aptallık gibi gelse de en güç vazifenin böyle bir ortamda Atatürk’ün gözündeki “ideal vatandaş” zihniyetini kaybetmemek olduğunu bilmeliyiz.