AKP ve Basın
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri boyunca Türkiye’nin medya ve basın açısından çeşitli bakımlardan inişli çıkışlı ve kritik pek çok dönemi olmuştur. Yalnızca Türkiyede değil tüm dünyada geçerli bir kural olarak hükümetlerin kısa ve uzun vadeli etkileşimleri ilk olarak o ulusun medyasıyla ve basın sektörüyle kurdukları organik bağlarda gözlemlenir. Dolayısıyla bizim ülkemizde de demokrasi başta olmak üzere pek çok vaatle propaganda yürüten partiler iktidar olduklarında hatta olmadan önce ilk iş olarak basın ve medyayı kendilerine bağlı şekilde konsolide etmeye çalışırlar.
Bu yüzdendir ki Cumhuriyet Türkiyesi anadolu topraklarında filizlenmeye başladığında Yunus Nadi’ler, Ruşen Eşref’ler, Falih Rıfkı’lar ve daha nicesi ülkeyi cephelerde kurtarıp diplomatik masalarda kuran kurmay kadro kadar önemli bir vazife bilinciyle Kemalist devrimlerin halka aksettirilmesi ve benimsetilmesi için son derece hayati bir görev üstlendiler ve layıkıyla yerine getirdiler. İlerleyen dönemlerde gerek CHP’nin parti içi hizipleşmelerinde gerekse çok partili yaşama geçilmesiyle gazetecilerin birbirleri arasındaki tartışmalar ve hükümetleri etkileme biçimleri en az siyasetçilerin birbirleriyle tartışmaları ve parlamentodaki siyasetin yürütülmesi kadar önemli bir yere sahip oldu.
2000’li yılların Türkiyesine kadar da siyaset ve basın arasındaki bu ilişki kimi dönem farklı yönlere evrilse de önemini korumaya hep devam etti. Fakat 2002 yılında AKP’nin iktidara gelişiyle birlikte Türk basını çok ciddi bir yol ayrımına girdi. Henüz o zamanlardan başlayan iki kutuplu medya ve tetikçi gazetecilik anlayışı Türk basınını adeta bir çıkmaza soktu ve gün geçtikçe siyasete bağımlı bir medya düzenini hakim hale getirerek önceden “basının yön verdiği siyaset” anlayışını tam tersine çevirdi. Ergenekon- Balyoz gibi Türk ordusunu ve Cumhuriyetimizin üniter yapısını yok etmek maksadıyla planlanmış kumpaslara ülkenin çeşitli ideolojik mahallelerinden ortak yönü “muhaliflik” olan pek çok gazetecinin de dahil edilmesiyle dönem dönem basını sindirme ve yok etme faaliyetleri doğrudan AKP tarafından yönetildi. Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar basım yasakları alan araştırmacı gazetecilik içeren kitaplar ve yayımlanmadan önce sansür, yayımlandıktan sonra ise ceza alan yazılarla, ansızın gelen gözaltı operasyonları ve tutuklamalarla gazetecilik mesleği ve gazeteciler hep istibdat havası soluyarak yaşamaya mecbur bırakıldı.
Türkiye bugün içinde bulunduğumuz noktaya gelinceye kadar her türlü siyasal dönemeçte ilk olarak gazetecilerini kurban verdi. Kurtuluş savaşında İzmir’in direnişçisi Hasan Tahsin’in attığı kurşun kimi zaman tutuklanacağını bile bile yazısını kaleme almaktan korkmayan bir gazetecinin köşe yazısına, kimi zaman ise ülke gündemini günlerce alt üst eden bir belgenin ortaya çıkarılmasını içeren bir dizi tweet’e dönüştü… fakat gazeteciler daima ülkesi için söz söylemeye ve mücadele etmeye devam ettiler. Artık gazeteciliğin dijitalleşme çağından nasibini almaya başlaması ve daha erişilebilir bir forma kavuşması Türk basının göğüs gerdiği tüm ağır yaralara rağmen AKP’yi ve sansürcü zihniyetini korkutmaya devam ediyor. Çünkü son dönemde bizlere Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Muammer Aksoy gibi aydınlanmacı gazeteci ve yazarları anımsatan Murat Ağırel, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Timur Soykan gibi pek çok gazeteci kişisel başarılarının da ötesinde bir toplumsallaşma, topluma mâl olma durumu sayesinde bir istibdat dönemi içinde yetiştiğinden ötürü araştırmacı gazetecilik anlayışını tecrübe edememiş yeni kuşaklara da aslında bu kavramı öğretiyor. Toplumun her kesiminden, yaştan, gruptan insan reaksiyon gösterdiği olaylar vasıtasıyla sık sık haber alma hakkını ne kadar önemsediğini ve ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Bu yüzden işini layığıyla icra eden gazeteciler siyasetçilerin tam aksine toplumun bu çeşitli kesimleri tarafından bağrına basılıp sahipleniliyor. Özetle toplum aslında gazetecileri kendinden bir parça ve hak arayış mücadeleleri esnasında aynı safta yol yürüdüğü mücadele arkadaşı olarak görüyor.
Her dönem medya kuruluşları ve siyaset çevreleri arasında gelişen organik bağın 20 yılı aşkın AKP diktası boyunca zirveye ulaşmış olmasına rağmen, tabiri caizse can çekişmesine rağmen ölmemesi işte bu yüzden. Yani basın ve halk ilişkisi sayesinde devam edebiliyor.
Dünya’nın basın karnesine baktığımızda Almanya’nın on altıncı, İngiltere’nin yirmi dördüncü, Fransa’nın yirmi altıncı, ABD’nin ise kırk ikinci sırada yer aldığı dünya basın özgürlüğü sıralamasında Türkiye’yi Hong Kong’tan bir sıra sonra Hindistandan ise bir sıra önce yüz kırk dokuzuncu sırada buluyoruz. İşte bu içler acısı durum sektörün bir başka yüzünü de konuşmayı mecbur kılıyor:
Bugün Türkiye’de Gazetecilik bölümünde öğrenimine devam eden öğrencilerin pek çoğu Türkiye’nin yukarıda belirtilen basın karnesi nedeniyle son derece apolitik bir hüviyete bürünerek tamamladıkları lisans eğitimlerinin ardından magazin ve magazinciliğe bürünmüş suya sabuna değmeyen bir gazetecilik anlayışıyla meslek yaşamlarına devam etmeye çabalıyorlar. Çağdaşımız olan ve bazılarının da ismi yazımızda zikredilen pek çok araştırmacı gazeteciye rağmen bu şekilde bir gerçekliğin varlığı akademiyi de gün geçtikçe misyonsuz ve soğuk bir ortam haline dönüştürüyor. Kısa vadede yansıması net olarak görülmese de özellikle yeni kuşağın bu konu bağlamındaki geleceği uzun vadede son derece sorunlu gözüküyor çünkü AKP Türkiyesinde hayatta kalmak her geçen gün artarken bir de sektör üzerindeki baskı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gazetecileri apaçık azarlayabildiği, tehdit edebildiği, hakaretler savurduğu bir atmosferde gazetecilik mesleğini daha da güç koşullara zorluyor.
Fakat kuşkusuz ki Osmanlı tarihinde padişahların diktasına karşı kalemini bükmeyen, gerektiğinde darağacına asılmaktan dahi korkmayan gazetecilerin kazanımlarıyla Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren kurucu ve devrimleri yeşertici bir misyon üstlenen, bugün ise her türlü zorluğa, ekonomik imkansızlıklara ve ifade özgürlüğü açısından tarihte eşi benzeri görülmemiş bir aşamaya gelen gazetecilik mesleği ve gazeteciler yine de direnmeye devam edecek ve kendisini konumlandırdığı siyasal konum sayesinde daima halkın yanında mücadelesini sürdürmeye devam edecektir.
Ne Yapmalıyız?
Yazı boyunca anlatılan tarihsel süreç içinde gazeteciliğin ve basının hangi amaçlar nedeniyle nasıl bir hale getirildiğini, mesleğin ve sektörün varoluş amacının tam zıttı olacak şekilde hükümetleri ve partileri yücelterek “iktidar propaganda merkezi” gibi bir amaç yüklenerek kimliğinden nasıl koparıldığını bilinçli bir şekilde görmeli, fark etmeliyiz. İktidar tarafından basına yüklenen bu vazifeye en çok da yurttaş olarak karşı çıkabiliriz. Bu karşı çıkmanın yolu hiç şüphesiz ki kaleminin gücüyle halkının hakkını arayan ve her daim bedelini ödeyen cesur yürekli gazetecilerin madden ve manevi olarak yanında bulunmaktan, sosyal medyadan sokaktaki yaşama kadar bu yazıları ve araştırmacı gazetecilik faaliyetlerini duyumsatmaktan, bizlere feyz olması gereken susmaksızın ve korkmaksızın gerçekleri haykırma mücadelelerini günlük yaşantılarımızda özellikle de sosyal konularda bireysel olarak da benimsemekten geçer. Çünkü basın Atatürk’ün şu sözünde de değindiği gibi toplumların yaşamlarındaki en önemli unsurlardan biridir.
"Basının, genel yaşamda ve cumhuriyetin ilerleme ve gelişmesinde sahip olduğu görevler yüksektir."
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk’ün El Yazıları, s. 62; 492)