Doğan Avcıoğlu..

Daima Konu Görseli

Uluç Gürkan yazdı...

 

‘’Doğan Avcıoğlu'nun bir başka özelliği de şudur: Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Jön Türk geleneğiyle sosyalist solu buluşturan ender isimlerden biridir. Avcıoğlu halkasını kopardığınız zaman o Jön Türklerin, o Manastır İdadisinden yetişenlerin, Resneli Niyazilerin, Selanik'te İttihat ve Terakki'yi kuranların, Abdülhamit'i devirenlerin, Türkiye'de 1 Mayıs'ı ilk Amela Bayramı yapanların mirası ve geleneğiyle; bugünkü sosyalist hareketin arasındaki ilişkiyi kuramazsınız. Bu ilişkiyi kuran Doğan Avcıoğlu'dur. Bizim düşünsel tarihimizde kendisinin böyle bir önemi vardır.’’

4 Kasım 1983, yağmurlu bir Cumartesi günü.. Doğan Avcıoğlu’nu, Büyük Ada’nın doruğunda doğaya verdik. Aşağıya, iskeleye doğru yürümeye başladık. Ama, ilk vapurun kalkışına daha ikibuçuk saat var. Çaresiz bekleyeceğiz.

“Doğan’a içelim” denildi.. Bir tenha lokantaya oturduk. Doğan Avcıoğlu’nun pek sevdiği rakılar söylendi. İlk kadehler kalktı.. İçimizdeki hüznü çoşkuya dönüştüren sözler İlhan Selçuk’un ağzından döküldü:

“Devrimciler ölmez; ruhları birbirine geçer, birbirlerinin gözlerine bakarlar, birbirlerini  sevecenlikle anarlar, birbirlerini yürekleriyle anarlar.” (İlhan Selçuk, Doğan’ı Doğa’ya Verdik, Cumhuriyet, 8 Kasım 1983)

Doğan Avcıoğlu, bir büyük devrimciydi. Hiç kuşku yok, ölmedi, ölemezdi de.. Ama biz, neredeyse kendisini unutacaktık. Oysa Doğan Avcıoğlu unutulamazdı, unutulmamalıydı. Unutulmayı hiç de hak etmedi..

Ünlü yazar Mehmet Kemal bu gözlemi şu sözleriyle paylaşır:  “Doğan Avcıoğlu ülkemizin yetiştirdiği seçkin aydınlardan biridir. Neye el attıysa bir çözüm getirmiştir.. Doğan’ın çevresi bir akademi gibiydi..” (Mehmet Kemal, Aşiretten Kurtulmak, Cumhuriyet, 12 Nisan 1995)

Uğur Mumcu daha da ileriye gider: “Tek başına bir üniversite gibiydi.. Bir Batı ülkesinde yaşasaydı, dünyanın saygıyla selamladığı bir düşünür olurdu. Türkiye’de doğduğu için cömertçe harcanan bunca nitelikli insan gibi türlü acılarla karşılaştı..” (Uğur Mumcu, Avcıoğlu, Cumhuriyet, 6 Kasım 1983)

Gerçekten de, 1970’lerde büyük yankılar yapan “Türkiye’nin Düzeni” adlı kitabından sonra, ilk baskısı üç cilt olan “Milli Kurtuluş Tarihi” ve altıncı cildine kadar getirebildiği, kafasındaki son iki cildi tamamlayamadığı “Türklerin Tarihi” adlı dev araştırmasıyla Türk düşünce hayatına adını kazımıştır. “31 Mart’ta Yabancı Parmağı” ve “Devrim ve Demokrasi Üzerine” adlı kitapları, imzalı imzasız binlerce yazısı ile bizim kuşağa olduğu gibi, kendi kuşağına da öncülük ve önderlik yapmıştır.

Altan Öymen’in sözleriyle yazdıkları ülkemize bir “Avcıoğlu sentezi kazandırmıştır. (Altan Öymen, Doğan Avcıoğlu, Milliyet, 6 Kasım 1983)

Doğar Avcıoğlu, çalışmaya doymayan bir insandı.. “57 yıllık yaşamına 10 insanın hayatını sığdırdı; günlerini aylara, aylarını yıllara dönüştürdü; dopdolu bir yürekle gözlerini kapadı.” (İlhan Selçuk, Doğan’ı Doğa’ya Verdik..., Cumhuriyet, 8 Kasım 1983)

Yükseköğrenimini Fransa’da, Paris’te yapmıştı.. 1956 yılında Ankara’ya gelmiş, Ulus gazetesi, Akis ve Kim dergilerinde çalışmıştı. Doğan Avcıoğlu’nu o günlerde tanıyan Altan Öymen şöyle yazıyordu:

“Çoğu aydımız gibi, bizim gibi o da ülkemizin temel sorunlarını saptama ve onlara çözüm bulma merakındaydı. Çoğu aydınımızdan farklı yanı ise, bunun lakırdısıyla değil araştırmasıyla uğraşmasıydı. Sağlam mantığına ve sentez yeteneğine eşlik eden büyük bir çalışma gücü ve çalışma disiplini vardı..” (Altan Öymen, Doğan Avcıoğlu, Milliyet, 6 Kasım 1983)

Çalışkanlığı ve el attığı konulara getirdiği çözümler, İsmet İnönü’nün de dikkatini çekmişti. Kendisini 1957’de kurduğu CHP Araştırma Merkezi’nde görevlendirdi. Doğan Avcıoğlu burada, Mümtaz Soysal ve Coşkun Kırca’yla biraraya geldi.

27 Mayıs sonrasında, 1961 yılında Kurucu Meclis’de de İnönü’nün kontenjanından görev yaptı.

Türk solunun tarihinde büyük ağırlığı ve saygınlığı bulunan YÖN dergisi de 1961 yılında yayın yaşamına başladı.. O günlerde 27 Mayıs’ın sağladığı özgürlük havasında bir kültür devrimi yaşanıyordu.. Doğan Avcıoğlu bu derginin başyazarı ve yöneticisiydi. Kemalizm ile sosyalizmi bağdaştırarak antiemperyalist yörüngede yayın yapıyordu.

Coşkun Kırca’nın yolu Doğan Avcıoğlu ve Mümtaz Soysal’dan bu süreçte ayrıldı. Sonraki yıllarda Kırca, sağ cephenin tavizsiz, tahammülsüz, savaşçı, yani “şahin” kanadının baş temsilcilerinden oldu..

YÖN’ün yayınına,  1967’de Doğan Avcıoğlu’nun o ünlü “Türkiye’nin Düzeni” çalışması nedeniyle ara verildi. Yayın, 1969’da DEVRİM’le yeniden başladı.

Hiç kuşku yok, Doğan Avcıoğlu’nun yazdıklarının yarısı, hatta dörtte biri kadar ürün verebilenler mutlu ölürler.. Ama Doğan Avcıoğlu’nun gözleri arkada kalmıştır. Çünkü yaptıklarını ve yazdıklarını yeterli görmüyordu. Daha yapması ve yazması gerekenlerin olduğuna inanıyordu. 

Talihsiz bir trafik kazasına kurban verdiğimiz sevgili Teoman Erel, bu konuya tanıklığını şöyle aktarıyor:

“.. Çalıştığım ajansa Doğan Avcıoğlu uğramıştı. Görünüşüyle bizi hayli şaşırtmıştı. Sekiz-on kilo zayıflamış, güneşten yanmış ve çok şık giyinmiş bir Avcıoğlu..

-Hayrola ağabey, diye sormuştuk, Nedir bu hal? Nasıl oldu da böyle gençleştin? Ne yapıyorsun?

-Koşuyorum, kiloma dikkat ediyorum...” (Teoman Erel, Avcıoğlu ve Güneş, Milliyet, 5 Kasım 1983)

Bu arada ben ekleyeyim.. O hiç ağzından düşürmediği sigarasını da bırakmıştı.        

Niçin? Bu gayret nedendi?

Doğan Avcıoğlu, Türkiye’de demokrasiyi taşıyacak altyapıyı oldukça eksik bulurdu. Bu eksikliğin bir “devrim”le giderilmesi gerektiğini, ülkenin önündeki engellerin böylece kaldırılacağını söylerdi. Gayreti bundandı.. Türkiye için “devrim”i yakalamak, bunu yaşamak istiyordu.. Devrimin gecikmesinin Türkiye’yi parçalanmaya kadar götürebilecek büyük tehlikeleri gündeme getireceğinden söz ediyordu.

Tutuklandığı, işkenceli sorgulardan geçip yargılandığı 12 Mart’ın acı deneyiminden sonra da fikrinden vazgeçmemişti. Tam aksine daha da keskinleşmişti. Kendisini yenilemiş, gençleşmişti. Sık sık yineliyordu:

“2000 yılına kadar yaşamak üzerine kendimi programladım, haklı olduğumu göreceksiniz!.”

Kansere yakalanınca da değişmedi. Ölümünü bilinçle beklerken, kendisine vedaya gelen dostlarına, yüzünde hep aynı gülümsemeyle takılırdı:

“Benim 2000 yılına dönük program bozuldu; bakalım sizinki ne olacak?” (İlhan Selçuk, 2000’e 5 Var!.., Cumhuriyet, 4 Nisan 1995)

2000’i de aştık.. Evet, ne olacak?

Türkiye geriliyor, yoksullaşıyor.. Demokrasiyi ara ki bulasın. Yolsuzluk suçlamaları hızla yaygınlaşıyor, ama güven verici soruşturmalar yapılamıyor, hesap sorulamıyor; siyasal kirlenme en yüksek iktidar odaklarına kadar sıçrayabiliyor. İşte bu ortamda terör dorukta. Şeriatçı saldırı gündemde, rejimi tehdit ediyor. Ülkemiz adeta parçalanmaya doğru sürükleniyor.

Ne dersiniz? Doğan Avcıoğlu haksız mı çıktı?

Teoman Erel, 1983’de, Doğan Avcıoğlu’nun anısına yazdığı bir yazıda şöyle diyordu:

“Paylaşsak da, paylaşmasak da düşüncelerinin ve tezinin yenildiğini söyleyemeyiz. Yozlaşmış demokrasiyle iyi bir yere varılamayacağı konusundaki öngörüsü 11 Eylül 1980 tablosu ile doğru çıkmıştır.” (Teoman Erel, Avcıoğlu ve Güneş, Milliyet, 5 Kasım 1983)

Sevgili Teoman da bugünü, bugünleri göremedi.. Görebilseydi, herhalde Doğan Avcıoğlu’nun öngörüsünün bir kez daha doğrulandığını yazmakta tereddüt etmezdi.

Öyle ya, demokrasi sıradan ama namuslu insanların eşit ve özgür oldukları bir güzel rejimdir. Dolayısıyla, başarısız, hatta beceriksiz politikacıları dahi taşıyabilir. Ama suçluları; ülkesinin kaynaklarını, yönetiminde bulunduğu devletin imkanlarını bir sürü pisliğe; açık deyişiyle kumara, uyuşturucu ve silah ticaretine, cinayete bulaşarak şahsi çıkarları için kullananları asla; taşıyamaz, taşımamalıdır.

Ama bütün bunlar yıllardır hayasızca taşınıyor. İktidar nimetlerinin yandaş çıkar guruplarına peşkeş çekilmesi açıkça aklanıyor. Hem de öylesine biraklanış ki, sanki kilisede bir genç kızın günahını çıkarıyorlar. Ağzı kulağında papaz rolünü oynamaktan da kaçınmıyorlar..  

Zaten bu role özden teşneler.. Atatürk’e , bu ülke için gerçekleştirdiklerine, kurtuluş ve kuruluşa, bu papazvari ruhban rolünü oynayamadıkları için karşı çıkıyorlar.. Yoksa, Atatürk olmasaydı, ezanı zangoç kılığında okumak zorunda kalacaklarını, çan sesleriyle namaza durmaya zorlanacaklarını, bilmezler mi? Elbette bilirler. Ama, özledikleri budur.

Yukarıda Allah var, Atatürk’e, bu ülkeyi haçlı ruhlu İngiliz, Fransız, İtalyan, Ermeni ve Yunan çizmelerinden kurtaran, bağımsızlığına, özgürlüğüne kavuşturan o büyük insana dil uzatanı affetmez.

İlhan Selçuk, demokrasimizin bu yozluktan henüz kurtulamaması karşısında, YÖN’den sonra DEVRİM çabasında, dostluğunu değil ama yolunu ayırdığı Doğan Avcıoğlu’nu anımsamaktan kendisini alamaz:

“Sevgili Doğan’ın hayali birden beliriyor, dudaklarından eksilmeyen sigarasıyla, yüzünde güleç bir anlam, hafif alaylı konuşuyor:

-Ben sana dememiş miydim!..” (İlhan Selçuk, 2000’e 5 Var!.., Cumhuriyet, 4 Nisan 1996)

Hiç kuşkusuz, 2000 yılına dönük programını uygulayabilseydi, Doğan Avcıoğlu bizimle az biraz alay ederdi. Ama, hepsi bu değil. Çalışır, didinir, uğraşırdı. Türkiye’de demokrasinin makus talihini yenmek için elinden geleni ardına koymazdı.

Yaşam anlayışı buydu..

Mümtaz Soysal anlatıyor:

“.. Çıkaracağımız dergiye ad ararken ‘Yön’ dediğim zaman, Doğan, her zamanki kesin ve kararlı tavrıyla ‘tamam’ demişti.

‘Yön’, şaşırmış ve nereye gideceğini kestiremeyen bir Türkiye’ye seslenecek dergi için iyi bir addır. 1961 seçimlerini yeni yapmış, ama o seçimlerin tablosundan açık bir seçenek ortaya çıkmamıştı. Sorunlar ortasında bocalayan Türkiye kendine bir yön arıyordu..” (Mümtaz Soysal, YÖN, Milliyet, 8 Kasım 1983)

Geriye dönük baktığımda, yönümüzü bulmak için hepimizin fazlasıyla bocaladığını görüyorum.. Ama. Doğan Avcıoğlu’nun belirlediği yön kesindi ve değişmezdi:

“Kemalist Türkiye..”

Doğan Avcıoğlu, Kemalizmi “bir ulusal kurtuluş devrimidir” diye tanımlıyordu. Çok partili demokrasi denemesinin ise “bu devrime ihanet dönemine” dönüştüğünü vurguluyordu..

Öncelikli hedefi, “yarıda bıraktırılan ve yolundan saptırılan” ulusal kurtuluş devrimimizi tamamlamaktı. “Atatürk’ün başlattığı bu ulusal kurtuluş devrimi bütün sonuçlarıyla gerçekleştirilmeden, ülkemizde başka hiçbir şey yapılamaz” görüşündeydi.  

Peki, bu devrim nasıl gerçekleşecekti? Ulusal kurtuluş devrimini bütün sonuçlarıyla nasıl tamamlanacaktı?

Doğan Avcıoğlu bu soruları şöyle yanıtlıyordu:

Bir ulusal kurtuluş devriminin amacı, yalnızca siyasal bağımsızlığı gerçekleştirmek değildir. Tam bağımsızlığa ulaşabilmek için, sömürge düzeninin ülkedeki bütün dayanaklarının tasfiyesi ve sağlam bir sanayi temelinin kurulması zorunludur..

Günümüz şartlarında ve özellikle Türkiye’de bir ulusal kurtuluş devrimi, kapitalist çerçevede gerçekleştirilemez. Kapitalizm, dışa bağımlılık, geri bir tarım, gecekondu sanayi ve artan toplumsal huzursuzluk demektir..” (Doğan Avcıoğlu, Ulusal Kurtuluş Devrimi, Devrim, 10.11.1970)

İkinci Cumhuriyetçi Şahin Alpay’a göre Doğan Avcıoğlu, “Sol Kemalizm” de denilebilecek bir akımın “baş temsilcisi”ydi. Ülkeyi devrimci bir yönetim eliyle, ‘kapitalist olmayan yol’dan kalkındırmayı, emperyalizm tarafından sömürülmesine engel olmayı öngörüyordu. (Şahin Alpay, İnönü’nün Prensleri, Milliyet, 25 Şubat 1995)

Buraya kadar doğru.. Doğan Avcıoğlu, su katılmadık bir Kemalist ve ödünsüz bir solcuydu.. Solun evrensel ilkelerine bağlılığı, bilincin son ışığı beyninde sönünceye kadar sürdü. Ama, solun evrensel ilkelerine öncelikle kendi halkı için, Türk ulusu için bağlıydı. Bu ilkeleri, bazı “dönek marxistler” ya da Doğan Avcıoğlu’nun deyişiyle “sol tutucular” gibi kendi halkına, ulusa karşı kullanmayı hiç düşünmezdi..

Ulusalcıydı..

Tarihimizi çok iyi biliyordu; belki de en iyi bilendi. “Türklerin Tarihi” ve “Milli Kurtuluş Tarihi” adlı cilt cilt dev eserleri bu bilgisinin kanıtıdır..

“Biz Anadolu’da uluslaştık” diyordu ve Atatürk’ün, hiçbir ırk, kan, kafatası; hiçbir din, mezhep ayrımı gözetmeyen “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir” tanımlamasının gerçekliğine bütün yüreğiyle inanıyordu. Bu nedenle, kan ve kafatası ölçümlerine dayanan ırkçı bir milliyetçilik anlayışının, bizim bugün ulusalcılık dediğimiz Atatürk milliyetçiliğinin yerine geçmesinden son derece rahatsızdı.

Bu konudaki duyarlılığını Mehmet Kemal’den dinleyelim:

“Çankaya’daki basın sitesinde otururken Doğan Avcıoğlu ile komşuyduk. O dördüncü katta (Hamdi’nin) oturur ben üçüncü katta. Durmadan çalışırdı. Çalışmadan yorgun düştüğünda aşağı kata iner, hem çene çalar hem de bir iki tek atardık. Bir gün, ‘Şu milliyetçiliği ellerinden almak lazım. Yoksa başımıza bela kesilecekler’ demişti. Yön’de yazdıklarıyla hem milliyetçiliği aldı hem de toplumculuğu (sosyalizmi) aldı.” (Mehmet Kemal, Aşiretten Kurtulmak, Cumhuriyet,  12 Nisan 1995)

Doğan Avcıoğlu’nun bu ulusalcılık anlayışı geçerliliğini ve gerçekliğini günümüzde de korumaktadır. 21 Nisan 1970 günlü “Devrim”de yazdığı “Kürt Devleti mi?” başlıklı yazı bunun kanıtıdır. Okuyalım:

“Hangi açıdan bakarsanız bakınız, bir Kürt devleti kurmak hayaldir ve halkların çıkarlarına aykırıdır. Böyle bir hayal, milletlerarası planda tehlikeli çatışmalar yaratmaktan ve gereksiz ıstıraplara yol açmaktan başka sonuç verecek değildir..

Türkiye şimdiye kadar yalnızca edebiyatı yapılan bir ‘Doğu politikası’ çizmek zorundadır. Şimdiye kadar uygulanan ve çağımızın ölçüleriyle bir cins ‘sömürgecilik’ sayılabilecek olan politikalar iflas etmiştir. Kanımızca gerçekçi politika, feodalizmi tam tasfiye eden köklü bir toprak reformu, Doğu’nun Batı ile bütünleşmesini amaç edinen bir bölgesel kalkınma programı ve bölgenin etnik özelliklerini göz önünde tutan geniş kapsamlı bir plan çerçevesinde yürürlüğe konulabilir..” (Doğan Avcıoğlu, Kürt Devleti mi?, Devrim, 21.4.1970)

Bu yazının üzerinden 26 yılı aşkın bir süre geçti.. 2000’lere doğru Türkiye’de, Doğan Avcıoğlu’nun çeyrek yüzyıl önceki yürekli yaklaşımıyla Güneydoğu sorununa bakan ne kadar az kişi var?

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Güneydoğu’da sürekli başkaldırmalar, kanlı olaylar yaşanmıştır. İş başına gelen hiçbir parti, hiçbir devlet adamı bu yöreye gerçek bir barış getirememiştir..

Doğan Avcıoğlu’na göre bu tehlikeli bir durumdu.. Çünkü, “emperyalist devletlerin ‘parçala ve hükmet’ değişmez kuralına uygun biçimde çıkarları gerektirdiği zaman Kürt sorununu körüklemeleri” kaçınılmazdı. (Oktay Akbal, Avcıoğlu ve Kürt Sorunu, Milliyet, 21 Şubat 1995)

“Ekonomik Sevr” deyimi onun son yazılarından birinde ortaya atılmıştı. Ortadoğu haritasını yeniden çizmeye kararlı görülen dış güçlerin ancak “Ekonomik Sevr”le zayıf düşmüş bir Türkiye’ye siyasal Sevr’in sayfalarını yeniden açmak yolunda baskı yapabileceklerini Avcıoğlu çok öncesinden görmüş; her gecikmenin sorunlarımızı çözümsüzlüğe sürükleyeceğine dikkat çekmişti.

Doğan Avcıoğlu, “cici demokrasi” dediği, yozlaşmış demokrasinin iflas ettiğini, sorunları çözemediğini görüyordu. “Sorunlardı çözemeyen rejimler, yıkılmaya mahkumdurlar. Bu, şaşmaz bir sosyolojik kanundur” yaklaşımını sık sık yineliyordu.

1970’li yılların başında, “İktidar koltuğu boştur. Bu boşluğu yakın gelecekte hangi güçlerin dolduracakları bellidir” derken hiç kuşkusuz askere işaret ediyordu. Burada amacı, adeta “geliyorum” diyen bu askeri darbenin faşizan bir karaktere bürünmesini önlemekti.

“Dar Kapı” başlıklı yazısında “Gerçekten kaçmakla, gerçek yakamızı bırakacak değildir” diyor ve 12 Mart müdahalesiyle yaşama geçirilen parlamento vitrinli darbeyi önleyebilmek için şu çağrıyı yapıyordu:

Gerçekten devrimciysek, gönlümüz çok daha fazlasını arzuluyor diye, hayatın bizi karşı karşıya bıraktığı tercihlerden kaçamayız: Ya büyük hayaller içinde, keskin devrimcilik iddiasıyla, olan-bitene seyirci kalarak her iki tarafa da kayması mümkün bulunan kuvvetlerin, dış destekli tutucu güçlerin yörüngesine sürüklenmesini kabulleneceğiz, ya da bunu “mukadder akıbet” saymayı reddederek,  bütün gücümüzle mümkün olanı gerçekleştirmek için mücadele edeceğiz.” 

Doğan Avcıoğlu’nun “hayat bizi karşı karşıya bıraktı, kaçamayız” dediği tercihleri kontrol için çabası, o günlerde en yakınındaki kimilerinin iddia ettiği gibi, bir tür darbecilik, ya da cuntacılık girişimi değildi.

“Soyuttan Somuta” (19.1.1971) başlıklı yazısında böyle bir beklentisi olmadığını, “Bir Yahya Han formülü çıkar yol değil, Yahya Hancılar gittikçe ağırlaşan ekonomik ve toplumsal sorunlar altında kısa sürede tepetaklak gitmeye mahkûm” diyerek tartışmasız bir açıklıkla ortaya koyuyordu. 

“Bekleyiş” (2.3.1971) başlıklı yazısında ise hayalindeki devrimciiktidarı şöyle açıklıyordu:

“Günümüz koşullarında bir kurtuluş sıçraması, ancak örgütlü ve bilinçli halk güçleri eliyle gerçekleştirilebilir.. Fakat sanılmaktadır ki, bu köklü düzen değişikliği, güçlü halk desteği olmadan, bürokratik yollardan başarılabilir.. Böyle bir devrimciliğin yarı yolda kalacağı açıktır.”

“Askerin her iki tarafa da kayması mümkün” diyen Doğan Avcıoğlu, “Bilinçli ve örgütlü bir halk desteği sağlanmadıkça, bunun için de sağlam devrimci kadrolara dayanmadıkça, bu güçlerin bocalamalardan kurtulabilmeleri çok zordur. Bocalamaların az çok önlenebilmesi için, devrimci kadroların hayalciliği bırakarak, gerçekçi bir tutumla bu güçler safında, bütün ağırlıklarını koymaları gereklidir” görüşünü israrla savunuyordu.

“Dikta” başlıklı yazısı, Doğan Avcıoğlu’nu anlamak için tekrar tekrar okunması gereken önemdedir:

“Bir askeri dikta çözüm yolu değildir. Halktan kopuk bir askeri yönetim, tutucu güçler koalisyonu çemberini kıramayacağı gibi, kendi iç çekişmeleri içinde çöküp gitmeye mahkumdur.

Son yüzyıllık tarihiminde Türk Ordusu, ilerici bir güç olarak daima ön planda rol oynamıştır. Tutucular koalisyonu, bugün Türkiye’mizi tam orta çağ karanlığına gömmeye cesaret edemiyorsa, bu her şeyden önce, Türk Ordusunun devrimci bilincinden çekindiği içindir.

1927 yılına kadar üniformasını sırtında taşıyan Atatürk, orduyu günlük politikanın dışında tutmuştur. Ama Kemalist Türkiye’yi kurma savaşının başlıca desteğini ordu teşkil etmiştir. Ordu, günlük politikanın dışında, devrim politikasının içinde olmuştur.

Atatürk, devrimleri gerçekleştirme aracı olarak, Ordunun bilinçli gözetimi altında partiye dayanmıştır. Ordu ve parti, Kemalist devrimin iki temel dayanağı olmuştur. Ne var ki, parti, tarihsel şartların elverişsizliği yüzünden, halkın değil, eşrafın partisi haline gelmiştir. Bu elverişsiz şartlar, alt yapı devrimlerinin başarısını sınırlamıştır. Ama bu Kemalist yöntemin doğruluğunu ve bugün için de geçerli olduğu gerçeğini değiştirmez.

Dava, halkın partisi eliyle, tutucu güçler koalisyonu diktasına son verme ve yerine halkın diktasını, yani gerçek demokrasiyi kurma davasıdır.”