Madden ve Manen 'Yoksullaşan' Türkiye
Cumhuriyetin yüz yıllık bilançosuna baktığımızda, feodal kalıntılar üzerinde topallayan bir “ahbap-çavuş kapitalizmi” son çeyrek yüzyılda komprador burjuvaziye daha önce yaşatmadığı bir altın çağı “yangından mal kaçırır gibi” yaşatmaktadır. Gerçekten çalışan sınıfların gün geçtikçe bu kadar ezildiği, sınıfsal farkların bu kadar keskinleştiği, aracı sınıfların (kapitalistlerin toplanma yoluyla) proleterleştiği ve toplumsal devrim yollarının bu kadar daraldığı bir dönem yaşanmadı. Bütün bu birikim sonucunda bambaşka bir dönemdeyiz. Artık ne güvenilir bir kurum var ne de ilerleyebilir bir sistem.
Egemen sınıfların çıkarları, çoğu hükümetlerin nezdinde gerçekten Türkiye’nin kalkınma ve bağımsızlık davalarından daha önemli olmuştur. Türk demokrasisini işgal eden demagogların sömürü ihtiyacı, Türk halkının emeğinin karşılığını bulmasından daha önemli olmuştur.
Türkiye; 1971’de KHK’lar ile “krize giren kapitalizmi ayakta tutmak için” (Anıl Tasmacı, ‘’Karşı-Devrimden Başkanlık Sistemine’’, 5. Sayı) siyasi açıdan yürütme erkini kuvvetlendirme ile başlayacak, 24 Ocak Kararları ile iktisadi açıdan güçlendirilecek ve 12 Eylül Askeri Darbesi ile sosyal hayata kadar tatbike konulacak bir neo-liberal kapitalist dönüşümün kucağına sürüklenirken bunu pekiştiren yeni altyapı-üstyapı adımları da gecikmedi. Gerek sosyal gerekse siyasi açıdan tatbik edilen Türk-İslam Sentezi, bu amacın uzun soluklu ideolojik hegemonyasıydı. Vicdani özgürlüğün yerini “din” hegemonyası alıyor, “Ilımlı İslam” planı işliyordu. Altyapısal olarak da İslamcı kesim tarafından kurulan sendikalar, iktisadi örgütler “Siyasal İslam” iktidarının önünü açtı ve adım adım AKP’yi doğurdu.
Son çeyrek yüzyıldır AB-D güdümlü Siyasal İslam projesini iktidarında gerçekleştiren ve hala üstüne koymakla meşgul olan AKP’yi oluşturan “kapitalist dönüşümler”, sorunun kronik bir “kökü dışarıdalık” sorunu olduğunu göstermektedir. CHP’nin içerisinden çıkan ‘’ağa takımının’’ partisi DP ve onun varisliğini üstlenmiş AP gibi partiler ise bu durumun uzak örnekleriydi.
Karşı-devrimi iktisadi yönden besleyen ve acilen kırılması gereken unsur, sağ iktidarların yahut sağ sapan muhaliflerin farklı renklerde duruşları olsa da kapitalist devletin sürekli olarak kendini yenilemesi sistemi değişmiş gösterir. Fakat değişen tek şey şekildir, yapı değil. Sorun yapısaldır. İşte bugün emperyalizm kapımıza bizzat silahla değil fakat kendi silahlarını sattığı paralı örgütleriyle, verdiği borçlarla ve yerelleşme talepleriyle dayanıyorsa bu onun yalnızca yöntem bakımından değiştiğimi gösterir. Kapitalizm aynı kapitalizmdir. Yapısal sorunun üstünü örtenler için “şekil değişiklikleri” bir can suyudur.
Bugün, geriye yalnızca yıkılmış demokrasimizin enkazı kalmıştır. Gerçek ve dolayısıyla ilerici bir demokrasi inşa etmenin yolu ise (yapısal kriz sebebiyle hala biriken) enkazı “yeniden” yapılandırmaktan değil, temizlemekten geçer.
Zaman, ilerici güçlerin aleyhine işlemektedir. Bunu lehimize çevirmenin tek yolu ise halkı halktan yana olan ilerici güçlerle birlikte mücadeleye tekrar dahil etmektir. Nihayetinde Türkiye’nin gerçekten var olması (yaşaması), ileriye, sosyalizme dönük olmasına bağlıdır. Lakin bunun tamamen “demokratik” yollarla olmasını beklemek, dün de olduğu gibi bugün de gülünç bir durumdur ve sonuçsuzdur.
“milliyetçi-devrimcilere notlar ve kançılarya milliyetçiliği”
Tutucu güçlere karşı bir panzehir olacak itki Doğan Avcıoğlu’nun da işaret ettiği gibi ‘’gerçek milliyetçilik’’tir. Milliyetçilik, tekelleşen birkaç “kökü dışarıda” kapitalistin sözcülüğünü yapmak değildir. Milliyetçilik, muhafazakâr ve şovenist duyguların maskesi de olamaz. Milliyetçilik, en başta ulusunu oluşturan emekçilere yani insanına insan gibi bakmanın tavrıdır. Türk milliyetçileri olarak ulus dışındaki sömürüye ek ulus içi sömürüye de karşı durmalıyız. Bunu da tavizsiz bir anti-emperyalist tavırla yürütmeliyiz. Yapısal sorunların tümünü birkaç hükümet politikasına indirgeyenler, yüzeysel reformlarla yetinmektedir. Ancak milliyetçi-devrimcilerin böyle bir mantığa sahip olması kabul edilemez.
Milliyetçi-devrimciler olarak bugün, halkı (iç ve dış kapitalizmin unsuru olan) halk düşmanlarıyla beraber olmaktan vazgeçirmeliyiz. Halkın, halktan yana olanlar ile yürümesini sağlamak gerçek milliyetçilerin görevidir. Bu hedefte kançılarya milliyetçilerinin tasfiyesi önceliktir. Zira Milliyetçi-devrimciler halkını satanlar değil, yaşatanlardır. Kançılarya milliyetçileri, emperyalistçe desteklenen cihatçı örgütlerin Halep Kalesi’ne (karakterine hiçbir şekilde uygun olmayan şekilde) Türk bayrağı asmasına alkış tutmak ile meşgul iken, biz milliyetçi-devrimciler ise bu savaşın emperyalistlerin bir dönüşüm ve bölüşüm savaşı olduğunun bilincindeydik.
Kapitalist ülkelerde rekabet kanunun bir sonucu olarak toplanma kanunu bizi karşılar. Bu kanun aslında yine kapitalizmin sonucu olan tekelleşmeyi doğurur. Kapitalistlerin, piyasa ekonomisinin gidişine ayak uyduramayan küçük işletmeleri yutması onların tabiatıdır. İşte burjuvanın “milliyetçi” görünüşü, milletlerarası sermayenin onu yutmaması içindir. Ancak iç sermayedeki bu “sığınma”, yarın dış sermayede “yayılmak için yutma”ya dönüşür. Dolayısıyla buradaki milliyetçilik sahtedir. Halkçılığa dayanmaz.
Emperyalizmin milli egemenliği “gerici” gören ve sömürüyü tek elde toplama ideali olan Küreselciliğin karşısında her ulusun devrimcileri “anti-emperyalist” çizgide birleşmeli ve uluslararası sermaye ağına karşı savaşım vermelidir. Artı olarak kompradordan kurtulmak için millileştirme şarttır ancak bu millileştirme, milliyetçilik bayrağını sığınma limanı olarak kullanan kançılarya milliyetçilerini kapsamamaktadır. Zira milli unsur maskesinde tefeci-aracı-ağa koalisyonu ‘’savaş ekonomisi’’ yaratmak ve başka ülkelere komprador olarak girmenin derdindedir. Onlar için en iyi savunma taarruzdan ibarettir. Oysa halkın ihtiyaçları onlara göre milli nitelik taşımaz. Sermaye sınıfı için milli olmak, bankalardaki kasalarını doldurmaktan ve ‘’halkımıza hizmet’’ edebiyatından ibarettir.
Türkiye’deki “Sol, milliyetçilik ile bağdaşamaz” yahut “Sol, vatan hainliğidir” algısının arkasında ise yine kapitalizm vardır. Emperyalizmin etnikçilik yoluyla sermaye bölüşümünün peşinde olan silahlı örgütleri ve bunu ‘’sol’’ ile bağdaştıran AKP medyası kamuoyunda bu planı yürütmektedir. Nihayetinde ülkemizde aşırı sol lanse edilen grupların aslında “Kürt sağı” olduklarını anlamak, bilhassa AKP-MHP-DEM ‘’şovenist’’ yakınlaşmasından/kaynaşmasından sonra, çok da zor olmayacaktır.
‘’AB-D merkeziyetçiliğine’’ karşı insanı ve emeği üstün değer olarak merkezine alan Sosyalizm, gerçek milliyetçiliğin var olmasının koşuludur. Aksi takdirde umudu uluslararası sermaye ağı ile uzlaşmakta ve sözde milli çıkarlarca bu ağa destek olmakta arayanlar milliyetçiliğe en büyük zararı vermektedirler. Zira onlar için milliyetçilik bir slogandan yahut ırkçı söylemlerden ibarettir. Halbuki ulusal sınırlarımızda bu sermaye ağını yıkmak için uğraşmak en büyük milliyetçilik örneğidir.
Ülkemizde tatbik edilen bir nevi “yokluk vergisi”, çalışan sınıfların sırtından zenginleşen azınlığı gözler önüne sermektedir. Sözcü gazetesinin 2015’te “Zenginlerin çoğu vergi ödemiyor” başlıklı haberine göre “(Türkiye’de) En zengin 25 kişinin 13’ü en çok vergi ödeyen 100 kişi arasında yok. En zengin 100 kişinin yarıdan fazlası da en çok vergi ödeyen 100 kişi arasında yok. Görünen o ki zenginlerin çoğu, gelir vergisi beyannamesi vermeyi ve vergi ödemeyi sevmiyorlar.” Günümüzden bakacak olursak durum pek de farklı değildir. Dolayısıyla kazançlarına kıyasla servetlerinin tırnağı etmeyen maliyetleri karşılamaktan aciz, ücretlilerin sırtından servetlerine servet katmaktan da eksik kalmayan “milli” zenginlerimiz vardır. Aynı zamanda 2020’de bir araştırmaya göre (Çok Çalışıyoruz Az Kazanıyoruz, Sözcü) Türkiye’deki emekçiler, diğer batılı ülkelere nazaran açıkça en çok çalışan, bunun karşılığında ise en az kazanan emekçilerdir.
Buna karşılık çalışan/ezilen sınıfları temsil eden partiler sözde çoktur. Ancak bu çokluk içerisinde gerçek anlamda emek-sermaye çelişkisine eğilen ve ‘’sınıf siyaseti’’ yapan sınıf partileri yok denecek kadar azdır. Bir kısmı azınlık şovenizmiyle yola çıkıp uluslararası sermayeye ve kapitalistlere boyun eğerken bir kısmı ise federatif yönetimlerle sermayenin çıkarına olacak olan bölünmeleri yaratmanın peşindedir.
‘‘satılmış cumhuriyet ve karşıtları’’
Tam bağımsızlığını kaybetmiş ülkeler sömürüye açıktır ve satılmıştır. Bir ülkenin karar mekanizmaları sermaye diktatörlüğünün etkisinde ise tam bağımsızlığını kaybetmiş, satılmış bir ülkedir. Cumhuriyetimiz; biriktirdiği dış borçlarla, katıldığı ve hala içinde bulunduğu “barış” örgütleriyle, kaçak göçmen krizi sonucu bozulan demografisi ve daha kendisine yapılan daha birçok ihanetle satılmıştır. Ancak iradenin sahibi halk, bu satılmış cumhuriyetin karşısında olmakla yetinmemelidir. Satılmış cumhuriyetin enkazını temizlemek bir araç iken emekçi cumhuriyeti kurmak amaç olmalıdır. Cumhuriyet, ona özünü kaybettirenlerden ötürü kaybedilmiştir. Türkiye’de “cumhuriyet” kavramı, onun sayesinde zengin olanların onu sattığı bir müessese olmuştur…
Peki tüm bu emek sömürüsüne karşı “karşıt” olanlar yok mudur? Uydu muhalefet partilerinin edebiyatlarını bir kenara bırakırsak Rainer Zitelmann’ın “Beş Kıtada 34 Ülkede Kapitalizme Yönelik Tutumlar” başlıklı araştırmasında anti-kapitalist eğilimlerin en yüksek ölçüldüğü ülke Türkiye olmuştur.
“reçeteye doğru”
Türk halkı, ilerici hareketlerin, altyapısal ve üstyapısal reformların engellenmesinden ötürü yorgun düşmüş, istikbalinden umudunu kesme noktasına gelmiştir.
Kışlalı’ya göre, Batılı ülkelerin aksine azgelişmiş ülkelerde sınıf bilincinin oturması için “siyasal düzen toplumsal yapıyı değiştirmek zorundadır”. Fakat Türkiye’de demokrasiye geçiş ve sonrasında egemen olan siyasi iktidarlar “tekelci demokrasi”yi yaratmışlardır. Bu, eşraf-komprador-ağa ittifakının tekelidir. Dolayısıyla bu durum; Türkiye’de “batılı” tipte bir sınıf bilincinin oluşumunu engellemiş, burjuvazi ilerici rolünü oynayamamış ve aksine kompradorların piyonu olmuştur. Pek tabii proletaryanın da ilerici rolünü idrak edebilmesi engellenmiştir.
Avcıoğlu’nun da belirttiği gibi “Halk kütleleri, tutucu güçlerin ideolojik ve ekonomik egemenliği altındadır. İşçi ve köylü, köydeki ufak ağa ile kasaba eşrafından (komprador aracılığıyla) Wall Street’e ve Washington’a kadar uzanan tutucu bir çember içindedir”. (1965 Yılında Atatürkçülük, sayı: 137). Bu bahsi geçen çemberin varlığı, böyle devam edilirse geçen gün daha çok genişleyecektir ancak statükoya karşı ilerici ve örgütlü bir mücadele var oldukça o çember de yerinde sayacaktır. Mücadelenin varlığı yahut küçük tepkiler bu çemberi daraltabilir fakat o çemberi ancak bir devrim kırabilir. Kısacası uzun yıllardır süregelen bu karşı-devrim tekelciliği, ancak bir devrim ile temizlenir; o devrim ise toplumsal mülkiyeti geliştiren, üretim tarzını değiştiren dolayısıyla sosyal devleti gerçekten var etmek için devletleştirmelerin yapılacağı bir devrim olmalıdır.
Bugün AKP’nin karşısındaki en güçlü ‘’temsili muhalefet’’ cephesi şüphesiz Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Mücadele her zaman nizami ve bir yerde yoğunlaşmak olmak zorunda değildir. Dolayısıyla CHP’yi, siyasi devrim koşullarına taşımalı ve sonrasında ‘’sol cepheler’’ ile bir ‘’sol müdahale’’ yapmalı. İlerici gençlik, AKP sonrası oluşacak boşluğu, emekçi kütlelere dayanan ve bütünleşen bir toplumsal devrimle doldurmalıdır. Sendikalar patronların, sınıfsal bilinç kapitalistlerin diktasında olduğu sürece bu gereklidir.
Seçmenlerimizin çoğu demokrasi kavramından hala yalnızca sandığa gitmeyi anlıyorsa bu, egemen sınıfların onları uyuşturmasının sonucudur. Seçmenler, hala baştakinden medet umuyor ve “Çalıyor, ama yapıyor” diyorsa bu, iktidarın propaganda meydanı olmuş medyanın ve “normalleşme” deyip iktidar kanadına göz kırpanların ortak ihanetinin sonucudur. Aslında bu, emekçi kütlelerin bütünü olan halka “ilerici” misyonunu unutturmanın “gerici’’ ihanetidir.
Ülkemizde, çoğunluğu teşkil edebilecek çalışan sınıflar gittikçe tabana itilmekte ve ağır basmaktadırlar. Emekçinin sırtından zenginliğine zenginlik katan azınlık ise her türlü yolsuzluğun ve yoksulluğun sebebidir. Dolayısıyla enkazlar üzerinde topallayan kapitalizm, kendini yenilemek ve kendini “değişmiş” göstermek için yeni iktidarlar ve metotlar yaratmanın peşindedir. İleriki süreçte olabilecek bir iktidar değişikliği, eğer gerçekten devrimci bir kadro olmaz ise, şekil değişikliğinden ibaret kalacaktır.
Emekten, işçiden, toplumdan ve dolayısıyla sosyalizmden yana olmak… Bunu ise Türkiye’nin tek başarılı devrimci ideolojisi olan Kemalizm üzerinden değerlendirmek. Madden ve manen “yoksullaşan” Türkiye’de sanıyoruz ki başka bir çıkış yolu gözükmemektedir.