Kurucu İdeolojiden Muhalif Reflekse: Kemalizm
Kemalizm dünya ve siyaset sahnesine ilk kez bir kurucu ideoloji veya program olarak ortaya çıkmıştır. Bu ideoloji imparatorluklar çağının son bulmasının Anadolu’daki karşılığı olarak dağılmaya yüz tutmuş Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine modern Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran unsur olarak kendisini temellendirmektedir. Kemalizm, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurduktan sonra modern bir devlet kurma refleksiyle kurum yapıcı bir misyon edinerek kurucu ideolojinin temellerini sağlamlaştırma ve bundan pratik sonuçlar alma yoluna gitmiştir. Bu yolda elde ettiği başarıların yeterliliği ve yöntemleri yıllardan beri çeşitli gruplar tarafından sayısız kere tartışmaya açılmış olsa da bir toplumu yeniden var ettiği ve bulunduğu coğrafyadaki diğer ülkelere kıyasla modern bir yaşam biçimini Anadolu’da görece mümkün hale getirdiği tartışılmaz bir gerçektir. Peki halkı tebaa olmaktan kurtarıp yurttaş durumuna getiren Kemalizm tüm bu kazanımlara rağmen halk tarafından belirli bir oranda sahiplenilmiş olsa da bu sahiplenme neden istenilen düzeyde olamamıştır?
Kendini Kemalist olarak tanımlayanların bu soruyu kendilerine sormadan ve bu gerçeklikle yüzleşmeden bugünün siyasetine ve toplumuna dair söyleyebileceği pek bir şey olmadığı görüşündeyim. Eğer Kemalistler, ülkeye ve topluma Kemalizm’e dair bir şeyler anlatma çabasına girişecekse “Kemalizm yaşatır!” sloganı atmadan ve “Atatürk’ün A’sını daha büyük yaz!” demeden önce kendilerine bu soruyu sormalı ve buna altı dolu cevaplar üretmelidir. İmparatorluklar çağını sona erdirmenin Anadolu’daki karşılığı olan Kemalist Devrim, her ne kadar birbirleriyle uyumları sınırlı düzeyde olsa da her devrimde olduğu gibi öncelikle dönemin ilerici gruplarının örgütlediği bir kadro hareketiydi. Bu kadronun başındaki isim elbette Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tü. Bir kurucu ideoloji ve kurucu liderin öncelikli hedefi devrimin kazanımlarının kurucu kadroyu aşmasını sağlayıp halkına kurucu ilkeleri benimsetmek ve bu ilkelerin gerisine düşmemesini sağlamak olmalıdır. Yani devlet bürokrasisini şekillendirmekle kalmayıp bizzat halkı devrimin kazanımlarının bekçisi yapmalıdır. Peki Kemalizm bu yolda nasıl bir çaba göstermiştir ve nasıl engellerle karşılaşmıştır?
Belki klişe olacak ancak bu tartışmayı iki örnekle devam ettirmenin açıklayıcı olacağı görüşündeyim: “Köy Enstitüleri” ve “toprak reformu” halkı devrimin kazanımlarının bekçisi yapma girişimlerine verilebilecek bir olumlu bir olumsuz örnektir.
Her ne kadar son yıllarda sıklıkla dile getirilip hatta artık işlevsel bir ele alış olmaktan çıkıp bugünün problemlerine kolaycı bir reçete olarak sunulup “apolitik bir fetiş nesnesi” haline getirilmiş olsa da Köy Enstitüleri’nin, Kemalist devrimin kazanımlarını halka benimsetme ve modern Türkiye’nin ideal yurttaşlarını var etme konusunda atılmış iyi düşünülmüş bir eğitim projesi olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak Kemalistlerin, bunu bugünün Türkiyesi’nin kurtuluş reçetesi olarak sunma çabası beyhude bir nostaljiden ibarettir. Köy Enstitüleri, dışarıda emperyalist odakların, içeride de büsbütün Türk sağının (laiklik karşıtı dincilerin, ağa eşrafların ve ırkçı-turancı kesimlerin) dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan-Âli Yücel’i karalama kampanyalarına ve baskılarına direnip hiç kapanmamış olsaydı da aşılması gereken yapısal problemleri çözmekte yeterli olamayacaktı. Kaldı ki o gün köy nüfusu %75 oranındayken bugün kent nüfusu bu oranın üzerinde.
Halkı devrimin kazanımlarının bekçisi yapma yolunda atılması gereken bir diğer adım olan toprak reformu ise Köy Enstitüleri’nin aksine neredeyse hiç eyleme dökülmemiş bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Yalnızca bu iki unsuru ele almak bile Kemalist Devrim’in hedeflediği başarıya ulaşamama nedenlerine dair bize bazı cevaplar sunmaktadır. Peki bugün ne oldu da kurucu devlet ideolojisi olan ve halkı devrimlerin bekçisi yapma konusunda hedeflenen başarıya ulaşamayan Kemalizm ve Atatürk figürü yönetici sınıfların değil tamamen halk kitlelerinin büyük bir saygı ve samimiyetle sahiplendiği muhalif bir halk refleksi haline geldi?
Kemalizm’in yönetici sınıfın her kademesinden tasfiye edilip ülke yönetimi hakkında söz söyleyememesiyle birlikte bugün Atatürk ve Kemalizm en çok hangi grubun içinde yaşıyor sorusuna açık ara halk kesimleri cevabı verilmektedir. Öyle ki yapılan kamuoyu araştırmalarında kendinizi nasıl tanımlarsınız sorusuna en çok “Atatürkçüyüm” cevabı veriliyor. Her 10 Kasım’da bir önceki yılın rekorunu kıran 1 milyonu aşan Anıtkabir ziyaretçi sayısına ulaşılıyor. 2019 ve 2024 yerel seçimlerinde muhalefetin büyükşehirleri kazanmasıyla birlikte daha organize bir şekilde düzenlenen etkinliklere yüz binlerce yurttaş katılıp milli bayramları coşkuyla kutluyor. Bu gelişmelerin miladı ne zaman sorusuna kesin bir cevap verilmemekle birlikte Gezi’nin önemli bir kırılma noktası olduğunu belirtmek gerekir. Yaklaşık 4 milyon kişinin dahil olduğu Gezi’de, muhalif bir refleks olarak en çok atılan sloganlardan biri “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz”di, en çok kullanılan bayrak da “kalpaklı Atatürk” baskılı Türk bayrağıydı.
Tüm bu verilere bakınca Kemalizm’in flu bir şekilde de olsa artık tamamen halkın içinde varlık gösterdiğini ve halk dışında herhangi bir yerde esamesinin okunmadığını söylemek ve kabullenmek gerekmektedir. Yani Kemalizm ve Atatürk artık sadece halka aittir. Kemalizm’in halk dışında bir karar verici pozisyonda aranması da kendini Kemalist olarak tanımlayan bir kısım “muhalif” milliyetçilerin ve ulusalcıların bilmem kaç bin yıllık “devlet aklı” ve “ulus devletin çıkarları” laflarıyla, Kemalizm’i geriletenlerin Atatürk ve Kemalizm’le soslanmış uygulamalarına rıza üretmeleri de anlamsız bir çabadan ibarettir.
Kemalizm’in ve Atatürk’ün tamamen halka ait olmasını modern ve refah bir yaşamı talep eden laik cumhuriyetçi halk kitleleri adına kazanıma dönüştürmek amaçlanmalı ve her türlü gericiliğe karşı çıkan, ilerici cephenin tutkalı olabilecek bir tür “halk Kemalizm’i” var edilmelidir. Çünkü iktidar odakları kültürel hegemonya tesisi adına bunun tam aksini oluşturmak için çoktan harekete geçmiş durumda ve bu bağlamda apolitik bir şekilde de olsa halkın ekseriyetinin Atatürk figürüne muhabbet beslediğini gördükleri için artık Atatürk’ü doğrudan karşıya alıp onunla kavga etmenin kendilerine hiçbir faydasının olmayacağını ve bunun ters tepeceğini düşünerek Atatürk’ü içleyerek dışlama yoluna gitmeye karar kılmışlardır. İktidar odaklarının bu içleyerek dışlama çabasıyla bir yandan medyada görünürlüğü olan birtakım “tarihçilerin” de desteğiyle laiklikten, aydınlanmacılıktan, radikal cumhuriyetçilikten ve “devrimci ve tehlikeli Mustafa Kemal”den arındırılmış muhafazakar bir Atatürk kurgulanırken diğer yandan kendini Kemalist olarak tanımlayan yeni nesil muhalif seküler milliyetçileri, yeteri kadar negatif kimliklenme ve “milliyetçi” propaganda verildiği takdirde otokratik uygulamalara rıza üretecek bir pozisyona getirecek, anayasal cumhuriyetçilikten ve insan ve yurttaş haklarından münezzeh “etnik milliyetçi, hamasi ve militarist” bir Atatürk ve Kemalizm kurgusu bir kısım muhalif görünümlü aktörlerle ve sosyal medya kanallarıyla var edilmeye çalışılmaktadır.
Bu durumda sınırlarını müesses nizamın belirlediği; gerici faaliyetlere, anayasal cumhuriyet ilkelerinin rafa kaldırılmasına, hak ihlallerine ve emperyalizme rahatsızlık vermeyen bir Atatürk anlatısının karşısına toplumun ilerici kesimleri tarafından; saltanat ve hilafeti alaşağı eden, laiklikte ve aydınlanmada direten, hamaseti değil hayatçılığı önceleyen, anayasal cumhuriyeti ve yurttaş hukukunu gözeten sürekli devrimci ve anti emperyalist Atatürk’le çıkılmalı ve flu bir şekilde halkın içinde yaşayan Kemalizm’in altı bu şekilde doldurularak halkın bu muhalif refleksinin ne hanedan hasreti çeken sözde cumhuriyetçi tarihçilerin Atatürkçülüğüyle ne gardırop Atatürkçülüğüyle ne de hamaset ve şovenizmle laik cumhuriyetçilerin gerçek kazanımları aleyhine sönümlendirilmesine izin verilmemelidir.
Seyduna, 15.12.2024