Hangi Avcıoğlu?
Türkiye’nin düzeninden kaynaklı, kökleşmiş sorunlarının yakıcılığını iyice hissettirdiği bugünlerde, düzen siyasetinden umudunu kesen gençler Doğan Avcıoğlu’nu adeta yeniden keşfediyor. Tabii bu yeniden keşfin ardından gelen popülerleşme bazı riskleri de beraberinde getiriyor. Doğan Avcıoğlu’nu düzen siyasetinin kalıplarına sokmaya çalışarak ondan sosyalistliği olmayan bir milliyetçi veya daha az olmakla birlikte milliyetçiliği olmayan bir sosyalist çıkarmaya çalışanları görüyoruz. Düzeni sorgulamak üzere başlayan bir arayışta, düzeni en iyi şekilde ifşa ve itham eden bir kişinin düzen siyasetinin dar kalıplarına sıkıştırılma çabası ironiktir. Bu sebeple Avcıoğlu’nun fikri yapısını iyi tahlil etmek ve bütünlüklü olarak ele almak önem taşır. Aksi halde elimizde bilindik siyasi söylemleri tekrarlayan veya dümdüz tarih anlatan sıradan bir yazardan başkası kalmaz.
20. yüzyılın ikinci yarısında Türk aydınlarının üzerinde en çok tartıştığı konu; "Türkiye azgelişmiş ve emperyalizme bağımlı bir ülke olmaktan nasıl kurtulur, kalkınmasını nasıl sağlayabilir?" sorusu idi. Oysa Türkiye erken bir tarihte emperyalizme karşı savaşmıştı hatta zafer de kazanmıştı. Buna rağmen tekrar emperyalizme bağımlı hale gelmişti. Bu durum; Doğan Avcıoğlu’nu Batı'nın nasıl olup da zamanında onlardan üstün olan Türkiye'yi geçtiği ve Türkiye'nin bu geri kalmışlıktan, bu bağımlılıktan nasıl kurtulabileceği sorusuna cevap aramaya itmişti. Avcıoğlu’nun Türkiye özelinde cevap aradığı bu konu esasen 1960’lı yıllarda tüm dünyada sol ve sosyalist aydınların cevap aradığı ve bu arayışı teorileştirdikleri bir konuydu. O güne dek hâkim olan modernleşme teorisi; gelişmiş Batılı ülkelerin varmış olduğu sosyal, kültürel ve ekonomik sonucun tüm toplumlar için nihai hedef olması gerektiğini ve azgelişmiş toplumların; teknoloji transferi, iktisadi yönlendirme ve modern bir bürokratik yapılanma ile evrimci bir süreç içerisinde zamanla gelişmiş ülkelerin seviyesine erişeceğini iddia ediyordu. Lakin böyle olmadığı görüldü; sömürgecilik daha derine tesir eden, daha karmaşık bir hal aldığı gibi geri kalmış toplumlardaki kalkınma sorunu da kronikleşmişti. Bağımlılık Okulu, işte bu sonuç karşısında modernleşme teorisine tepki olarak doğdu. 1960’lı yıllardan itibaren Paul Baran, Andre Gunder Frank, Paul Sweezy, Immanuel Wallerstein, Samir Amin gibi düşünürlerin katkılarıyla gelişti. Bağımlılık Okulu’na dâhil edebileceğimiz teoriler farklılık gösterse de hepsinin ana fikri özet olarak merkez (gelişmiş) ülkelerde, klasik Marksistler tarafından savunulan gelişim süreci yaşanarak kapitalist üretim şekli hâkim olmuştur. Çevre (azgelişmiş) ülkelerde ise kapitalist gelişim, merkezdeki gelişmiş ülkeler tarafından engellenmiş böylece kapitalizm öncesi üretim şekli çevre ülkelerde varlığını devam ettirmiş ve merkezdekilerden farklı bir sosyo-ekonomik yapı ortaya çıkmıştır. Çevre ülkelerin sağlıklı bir gelişim süreci yaşamasının engellenmesi onların azgelişmiş olarak kalmasına ve merkez ülkelere bağımlı hale gelmesine sebep olmuştur. Azgelişmiş bir ülke için çözülmesi gereken asıl sorun budur, çözüm yolu ise sosyalizmdir.
1960'lı yıllarda bağımlılık teorileri üzerine düşünüp Türkiye'nin bağımlılık ve kalkınamama sorununa çözüm arayanların başında Doğan Avcıoğlu ve Yön dergisi çevresinde toplanan aydınlar geliyordu. Derginin ilk sayısında "Aydınların Ortak Bildirisi" isimli "Yön Manifestosu" olarak da bilinen bir bildiri yayınlanmıştı. Manifesto, hareketin ana tezi olan "devletçilik" ve "halkçılık" ilkeleri doğrultusunda bir kalkınmanın altını çiziyordu. Avcıoğlu ise ilk sayıda yayımlanan yazısını şöyle bitiriyordu: “Dün olduğu gibi bugün de çıkmazdayız. Dün olduğu gibi bugün de ayakta durabilmemiz Sam Amca’nın gayretlerine bağlıdır. Hızlı kalkınma temposunu sağlayacak çapta bir kemer sıkma gayreti, gelir dağılışındaki adaletsizliklerin giderilmesi, fedakârlık ve nimetlerde eşitliğin gerçekleştirilmesiyle mümkün olacaktır. Bu sebepledir ki 20. Yüzyılın ikinci yarısında az gelişmiş memleketler için tek çıkar yol, sosyalizmdir.” Avcıoğlu, daha ilk sayıda Bağımlılık Okulu teorilerinin ana fikrini çözüm yolu olarak ortaya koymuştu. Özgün yanı ise, onun sosyalizmi ve Kemalizm’i Marksizm’den faydalanarak yeniden yorumlamak suretiyle Türkiye’ye özgü olarak kurulacak ve bu doğrultuda bir kalkınma stratejisi geliştirecekti.
Avcıoğlu her zaman kendisini sosyalist olarak tanımlamıştır, öyle olduğu da açıktır ancak ona klasik bir Marksist diyemeyiz. Kemalizm’i ileriye taşıyarak sosyalistleştirebilmek için Marksizm’den faydalanmış ancak Kemalizm’in fikri hâkimiyet sahasından çıkarıp Marksizm’in fikri hâkimiyet sahasına da geçmemiştir. İkisini bilinçli olarak birleştirdiği bir alanda Kemalizme daha yakın bir noktada durmuştur. Marksizm’den faydalanırken yeri geldiğinde Marx’a ve Marksizm’e eleştiriler getirmesi de onun özgün yanlarından olmuştur. Örneğin, Marx'ın Asya Tipi Üretim Tarzı'nı (ATÜT) Osmanlı İmparatorluğu bazında değerlendirerek eleştirmiştir. ATÜT’ün aksine Osmanlı'daki üretim tarzının Batı'dakinden pek farkı olmadığını çünkü toprağın Türk çiftçisinin tasarruf hakkında olduğunu ve bu hakkın çocuklara da aktarılabilir yani özel mülkiyete çok yaklaşmış bir yapıda olduğunu söylemiştir. ATÜT'te sadece köy topluluğu vardır, birey ancak bu topluluğun mensubu olarak mevcuttur. Oysa Türk köyünde kamucu özelliklerin yanında bireyci özelliklerin de geliştiğini, Avrupa'daki serf ile Osmanlı'daki reaya arasında çok bir fark olmadığını, ikisinin de toprağa bağlı olduğunu ve ikisinin de ürettiği ürünün bir kısmının toprak sahibi tarafından alındığını, yani ikisi için de sömürüye dayanan sınıflı bir düzenin söz konusu olduğunu savunmuştur. Ona göre, Avrupa'da senyör Türkiye'de devlet veya temsilcilerinin olması üretim tarzının karakterini değiştirmiyordu. Ayrıca birçok Selçuklu- Osmanlı köyünde kapalı üretim hakim olmakla birlikte ticari hayata entegre olmuşlardı. Gerek tarım gerekse sanayide bölgesel ihtisaslaşma yaşanmış, ekonomik planda çok uzak mesafeleri kapsayan bir karşılıklı bağımlılık yaratılmıştı. Dolayısıyla Osmanlı'daki durum Batı'dakinden farklı değildi. Avcıoğlu’na göre, ATÜT teorisi Osmanlı için geçerli değildi. Osmanlı'da Batı’dakinden farklı bir düzenin ortaya çıkması, Osmanlı’nın bağımlı bir ülke haline gelerek kapitalistleşememesi yüzündendi.
Avcıoğlu'nun, Marx ve Engels'i eleştirdiği bir diğer konu ise Marx ve Engels'in Batı'nın kapitalist yayılması ve sömürgeciliğinde belli bir açıdan olumlu bir etki de görmeleridir. Onlara göre kapitalist yayılma sayesinde Batı-dışı dünyanın kapitalizm öncesinden kalma sosyo-ekonomik ve kültürel yapıları tasfiye olacak ve oralarda kapitalist ilişkiler gelişecek. Sonuç olarak da sosyalizme geçişin maddi koşulları oluşacaktır. Aynı şekilde, sömürgelerde ulus-devlet oluşturmaya olanak verecek bir ekonomik temelin bulunmadığı gerekçesiyle ulusal bağımsızlık hareketlerine de ihtiyatla yaklaşmışlardır. Engels, 1850'li yıllarda ABD'nin Meksika'yı istilasını ve Kaliforniya'nın ilhakını desteklemiş, Bedevilerin Fransa'ya karşı verdiği mücadeleyi umutsuz olarak nitelemiştir. Marx da Çin'deki Taiping Ayaklanması ve Hindistan'daki Sepoy İsyanı karşısında benzer bir tavır takınmıştır. Yine Marx, İngiltere'nin Hindistan'da iki misyonu olduğunu söylemiştir. Biri yıkmak öbürü ise yeniden yaratmak. Ona göre İngilizler Hindistan'da eski Asya toplumunu yok ederek modern Batı toplumunun maddi temellerini atmaktadır. Avcıoğlu ise Marx ve Engels’in ATÜT temelli bu görüşlerine karşı çıkarak sömürgeciliğin eski düzenleri yıktığını ama hiçbir yerde kendisinden beklenen yaratıcı misyonu göstermediğini söylemiştir. Avcıoğlu'na göre Marx'ın bu düşüncesi, onun ATÜT'e dayanan toplumların kendi iç evrimleriyle daha ileri toplumsal yapılara geçebilmeleri konusundaki umutsuzluğunu gösterir. Oysa ona göre bir ülkenin gelişip daha ileri bir toplumsal yapıya geçebilmesinin ön şartı bağımsızlıktır. Aksi halde sömürü ilişkisinin devam edebilmesi için bağımlı olduğu merkez tarafından çevre ülkenin gelişimi her zaman engellenecektir.
Avcıoğlu’na göre Türkiye’nin en temel sorunu bağımlılık ve buna bağlı olarak kalkınamama idi. Sosyalizm ise bağımsızlık ve kalkınmanın yoluydu. Dolayısıyla onun sosyalizminin kaynağı bağımsızlık ve kalkınma istemidir. Aynı şekilde milliyetçiliğinin kaynağı da budur. Milliyetçilik bayrağını sosyalistlerin taşıyacağını söyler. Dolayısıyla Avcıoğlu’nun fikir dünyasında sosyalizm ile milliyetçilik aynı kaynaktan doğan ve aynı amacı hedefleyen iki ideoloji olarak buluşmuştur. Bunları buluşturduğu zemin ise Kemalizmdir. Zira ona göre sosyalizm; Kemalizm’in devletçilik, halkçılık, inkılapçılık ve milliyetçilik ilkelerinin doğal bir sonucudur. Türkiye’nin en temel sorununu çözebilmek için onu bağımlılık ilişkilerinden kurtaracak ve hızlıca iktisadi kalkınmasını sağlayacak yeni bir Kemalist program gereklidir. Bu yeni program ise, kapitalist gelişme yolunu seçerek yapılan hatayı tekrarlamamalı, bu sefer sosyalist bir yol izlemelidir. O halde yapılması gereken, Kemalizm’in ilkelerini sosyalist bir eğilimle yeniden yorumlamaktır. Bu doğrultuda inkılapçılık, radikal bir iktisadi ve sosyal düzen değişikliğini ifade eden bir devrimciliği; halkçılık, sınıfsız kaynaşmış bir kitle yerine işçi ve köylülerden oluşan emekçi kesimlerden yana feodalizme ve burjuvaziye karşı bir politikayı; devletçilik, halkçı politikaları izlemeyi mümkün kılan bir iktisadi metodu; milliyetçilik ise emperyalizme karşı mücadele ve tam bağımsızlığı ifade etmektedir.
Avcıoğlu ve onunla özdeşleşmiş olan Yön Hareketi her ne kadar klasik Kemalizm’in aksine toplumsal sınıfları kabul etmiş ve tavrını işçi-köylü sınıflarından yana koymuş olsa da henüz tam olarak kapitalistleşememiş olan Türkiye’de öncelikli olarak gerçekleştirilmesi gerekenin milli demokratik devrim olduğunu savunuyordu. Diğer sosyalist hareketlere eleştirel bir tavırla yaklaşarak Türkiye'nin geleceği için en uygun modeli sosyalizm olarak görmesine rağmen milli demokratik devrim gerçekleştirilmeden atılan sosyalist devrim sloganlarının anlamsız olacağını söyler. Ona göre 3 temel tip kalkınma modeli vardı. Bunlardan birincisi tarihsel koşulların uygun olduğu ve sermaye birikimi sonrası burjuva devrimlerinin gerçekleşebildiği Amerikan tipi kapitalist kalkınma modeliydi. İkincisi, Sovyetler Birliği’nin benimsediği sınıf esasına ve proletarya diktatörlüğüne dayalı sosyalist modeldi. Üçüncüsü ise, tarihsel olarak modernleşme yarışında geride kalmış ülkelerin uygulaması gereken ve bu sebeple Türkiye’ye en uygun model olan devletçi ancak proletarya diktatoryasına dayanmayan ulusal ve sosyalist bir modeldi. Bu son model sayesinde Türkiye bağımlılıktan kurtularak gelişim sürecine devam edebilecektir. Ancak mevcut düzen içerisinde bu modelin tatbiki mümkün değildir. Her zaman egemen güçlerin çıkarına olacak şekilde işleyen “cici demokrasi” içerisinde bu amaca ulaşmak imkânsızdır. Halkın sosyo-ekonomik geri kalmışlığı yüzünden tabandan ilerici bir devrimci hareketin doğması da çok uzun zaman alacaktır fakat Türkiye’nin bu kadar zamanı yoktur. O halde amaca ulaşabilmek için Avcıoğlu'nun "zinde güçler" adını verdiği asker, bürokrat, aydın, işçi ve köylülerden oluşan birleşik bir grubun sınıf ayrımı gözetmeksizin oluşturduğu ilerici partisinin, askeriye içerisinde örgütlenen devrimcilerin gerçekleştireceği bir ihtilal sonrası iktidara getirilmesi tek çıkar yoldur. Burada şunu belirtmemiz gerekir ki Avcıoğlu hiçbir zaman halktan devrimci bir güç çıkmayacağını düşünmemiştir. Onu, ordu içerisinde örgütlenecek devrimci subaylarla iktidarı ele geçirmeye iten şey; halka olan güvensizliği değil, geri bırakılmış olan halkın bilinçlendirilmesinin zaman alacağı fakat Türkiye’nin geri dönülemez noktaya çok yaklaştığı ve buna yetecek kadar vaktinin kalmamış olduğu düşüncesidir. Bu yüzden önce iktidarı ele geçirmeyi sonrasında ise halkı bilinçlendirerek devrimi sırtlamasını planlamıştır. Nitekim bu planı başarısız olunca, 12 Mart sonrasında yazdığı yazılarda; devrimin anca işçi ve köylülerden gelecek bir halk hareketiyle gerçekleşmesi gerektiğini de yazmıştır. Avcıoğlu ve Yöncüler için işçi ve köylü sınıfları hiçbir zaman önemsiz olmamıştır. İşçiler ve o dönem Türkiye’sinin %75’ini oluşturan köylülerin katılımı olmaksızın birleşik bir cephenin kurulamayacağını ve devrimin gerçekleştirilemeyeceğini her zaman dile getirmişlerdir. Ayrıca Avcıoğlu ülkeyi bir cunta ile yönetmeyi de düşünmemiştir. Askerler onun için sadece iktidarı ele geçirmenin aracıdır. Ordunun kendisinden değil, ordu içindeki devrimci subaylardan beklediği bir ihtilalin ardından kurulacak sivil bir kabinenin ülkeyi yönetmesini planlamıştır. Avcıoğlu’nu gerçekten anlayabilmek için onunla ilgili bu yanlış kanıları da düzeltmemiz gerekir.
Netice itibariyle; Avcıoğlu çağının sosyalist fikirleri içerisinde yar alan Bağımlılık Okulu tezlerinin Türkiye’deki en büyük temsilcisi olmuş ve tıpkı Bağımlılık Okulu’nun Marksizm’den faydalanırken Marksizm’e eleştiri de getirmesi gibi Avcıoğlu da Marksizm’den faydalanırken ona eleştiri de getirmiştir. Ancak sosyalizm ile Marksizm’i tamamen aynı sayma hatasına düşerek Bağımlılık Okulu’nu sosyalist kuramın dışına atabilmek mümkün olmayacağı gibi Avcıoğlu’nu da sosyalizmin dışına atabilmek mümkün değildir. Onu Kemalizm’in dışına atabilmek ise daha da zordur. Şayet Avcıoğlu’nun fikri özgünlüğünü anlayıp onu doğru konumlandırabilirsek ancak o zaman düzen tartışmalarında bize fayda sağlayacaktır. Hemen her fikrin muhafazakârlaşarak düzene karşı tehdit olmaktan çıkartıldığı günümüz Türkiye’sinde, İttihatçıların başına gelen ve Atatürk’ün de maruz kaldığı muhafazakârlaştırarak “zararsızlaştırma” çabasından onu koruyup muhafazakâr ve zararsız bir Avcıoğlu imajı çizilmesine izin vermememiz gerekir.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
ATILGAN Gökhan, Yön-Devrim Hareketi - Kemalizm ile Marksizm Arasında Geleneksel Aydınlar, Yordam Kitap, İstanbul, 2008
AVCIOĞLU Doğan, Türkiye'nin Düzeni Dün-Bugün-Yarın, Tekin Yayınevi, İstanbul, 2001
BAŞKAYA Fikret, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı - Özgür Üniversite, Ankara, 2009
KARAÖMERLİOĞLU M. Asım, "Bağımlılık Kuramı, Dünya Sistemi Teorisi ve Osmanlı/Türkiye Çalışmaları", Toplum ve Bilim, No:91, Kış 2001-2002