Deprem Politikalarına Dair
Kişiler, toplumlar, uluslar yaşadıkları büyük felaketler ve travmalar sonrası genellikle doğal refleksler geliştirirler. Bu refleksler de yaşanan felaketler sonrası hayatı şekillendirmede esas temeli oluştururlar. Bir kişi sigara yüzünden kanser olduysa, kanser sürecini başarılı ile atlattıktan sonra çok büyük olasılıkla sigara ile ilişiğini kesecektir. Sonrasında çevresindeki insanlara da sigarayı bırakmaları yönünde olumlu bir baskı oluşturacaktır. Toplumlar da aynı kişiler gibi bu refleksleri geliştirebilirler. Osmanlı’nın son zamanlarında “Türk”ün adının olmaması ve olduğunda da bir hakaret olarak kullanılması, Balkan felaketleri ile birlikte Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının yaşadıkları en büyük travmalardı. Sonrasındaki ulusal/uluslararası bütün politikalar da bu travmalar çevresinde şekillenmişti.
Yakın geçmişte ise ulusça yaşadığımız fakat hiçbir refleks geliştiremediğimiz felaketler mevcut. Bunların başında da depremler geliyor. 1999 Kocaeli-Sakarya, 2011 Van, 2023 Maraş depremleri son 25 yılda yaşadığımız en yıkıcı ve binlerce yurttaşımızın öldüğü depremler. Bu kadar büyük yıkımlar karşısında ulus ve devlet olarak belirli refleksleri geliştirmiş ve sonraki depremler için önlemlerimizi almış olmamız gerekiyordu ama olmadı. Bu kısa yazıda depremin daha çok toplumsal, siyasal tarafına odaklanıp gördüğümüz sorunları ve olası çözüm önerilerini aktarmaya çalışacağız.
Hükümet tarafından şekillendirilen devlet politikalarının yetersizliği gözler önündedir. Devletin “deprem” diye bir gündeminin olduğu iddiası özellikle 2022 Maraş depremi sonrası çok zor yanlışlanabilir bir iddia haline gelmiştir. Depremin hemen sonrasında yaşanan organizasyon yetersizliğini bir kenara bırakıp yaklaşık iki sene sonra bölgenin durumunu değerlendirdiğimizde yine devletin yokluğu ile karşılaşıyoruz.
Deprem, devletin bu yokluğunda ne yazık ki toplum yaşamında da bir yer edinememiştir. Özellikle deprem bölgelerinde yaşayan yurttaşlarımızın depreme dair bilgileri yok denecek düzeyde. Bu bilgisizlik, depremin “kırk yılda bir başa gelecek ve alınabilecek bir risk” olarak görülmesine sebep olmakta. Böyle büyük felaketler sonrası herkes kısa bir süre için deprem gerçeği ile yüzleşip bu riskin alınabilecek bir risk olmadığı kanısına varıyor. Deprem çantaları araştırılmaya, etraftaki inşaat mühendislerine evlerde “şüphelenilen” durumlar sorulmaya başlanıyor. Fakat depremin “gündemden düşmeye başlaması” ile birlikte bu risk tekrardan alınabilir hale dönüşüyor, hatta artık üzerine düşünülmüyor. Mevcut ekonomik düzenin getirdiği zorluklar, devletin önüne geçemediği ve toplumun da giderek yaygınlaştırdığı bu davranış ne yazık ki her depremde binlerce yurttaşımızın ölmesine sebep oluyor.
Ülkemizde ne yazık ki en kolay para kazanma yolu müteahhitlik olarak belirmekte. Biraz sermayesi olan bir kişi inşaat sektörüne girerek genellikle hızlı ve büyük paralar kazanmanın peşine düşüyor. Bu gerçeğin üzerine de özellikle son zamanlarda servis edilen ve inşaat işçilerinin çok iyi paralar kazandığı belirtilen haberler ile karşılaşıyoruz. Bu haberler sonrası ister istemez inşaat mühendislerinin de ne kadar kazandığı bir merak konusu. Fakat böyle bir haber ile bilinçli şekilde karşılaştırılmıyoruz. İnşaat sektöründe ne yazık ki inşaat mühendisinin bir değeri bulunmamakta. İnşaat mühendisleri çalıştıkları inşaatlarda hukuken sorumlu kişiler olmalarına rağmen, kendi sorumlulukları altında çalışan kişilerden çoğunlukla daha az para kazanıyorlar. Bu da çok açık şekilde meslektaşlarımıza biçilen değeri gösteriyor. Burada amacımız bir emek kıyaslamasına gitmek değil ama günümüzde altların, üstlerinden daha fazla kazandıkları bir başka sektörün varlığından da haberdar değiliz. Durum bundan ibaret olunca inşaat mühendislerinin uzun eğitim süreçleri sonrası sahaya getirdiği bilgiler de aldığı maaş oranında önemli oluyor. Asıl önemli olan ise inşaatın bir şekilde tamamlanması oluyor.
Bunlara ek olarak ülkede yaşanan ahlaksal çöküşü de özellikle belirtmemiz gerekiyor. Rüşvetin, şantajın, tehditin, yolsuzluğun başını alıp yürüdüğü ve olayın soğukkanlılıkla yeni doğmuş bebekleri öldürmeye kadar ilerlediği bir Türkiye’de depremlerde insanların ölmesi çok tuhaf görülmemeli. Bebeklerin ve insanların ölmemesi için bu düzenin yıkılması ve Kemalizmin iktidara taşınması gerekiyior.
Bu İktidarda Neler Yapılmalı?
Depremin üniversite ve eğitim ayağı, deprem ile birlikte yaşamın kuşkusuz en önemli ayağını oluşturmakta. Bu bağlamda gönül rahatlığıyla üniversitelerimizdeki inşaat mühendisliği kadrolarımızın deprem konusunda üst düzey yetkinliğe sahip olduklarını ve bu değerli kadrolar tarafından sunulan eğitimin de oldukça tamin edici olduğunu belirtebiliriz. 2018 yılında yürürlüğe giren deprem yönetmeliğimiz de yine bu kadrolar tarafından şekillendirildi. Bu kadrolara devlet yönetiminde daha fazla yer ayrılmalı, bu kadroların tecrübelerinden daha fazla yararlanılmalı ve onlar öncülüğünde depreme karşı devlet politikaları oluşturulmalıdır.
Mevcut ekonomik düzen piyasayı üretime teşvik etmemektedir. Bu sebeple irili ufaklı sermaye sahipleri müteahhitliği bir zenginleşme aracı olarak değerlendirmektedir. Bu noktada müteahhit olmanın olabildiğince zorlaştırılması ve devlet tarafından sermaye sahiplerine üretime katkı sunacakları ekonomik kanallar oluşturulması zorunludur.
Deprem ilkokuldan itibaren eğitim müfredatlarında kendine yer bulmalı. Öğretmenler, aileleri depreme hazırlamada birer öncü olarak kullanılmalıdır.
Ülke genelinde fakat özellikle de deprem bölgelerinde faaliyet göstermek üzere gönüllük esasına dayalı deprem dernekleri kurulmaldır. Ülkemizde bu anlamda en aktif faaliyet gösteren AKUT’un yaşadığımız büyük felaketlerde devlet organizasyonun bile ötesinde nasıl fayda sağladığını hepimiz tecrübe ettik. AKUT seviyesinde fakat daha çok deprem öncesine odaklanan, yerel düzeyde halkı bilinçlendirmeye dair çalışmalar bu dernekler aracılığıyla gerçekleştirilmelidir.
Ülkede yanlış giden şeylere dur diyebilmek adına ve daha önemlisi yukarıda aktarılan politikaların da uygulamaya geçirilmesi için örgütlü bir mücadele ve yaşam tarzı hayati derecede önemli. Ancak böylelikle depremle birlikte yaşayabildiğimiz ve yurttaşlarımızın enkaz altında kurtarılmayı beklemediği bir Türkiye’ye kavuşabileceğiz.