Türkiye'nin NATO'ya Giriş Süreci: Siyasi, İktisadi ve Sosyo-Kültürel Dinamikler

Daima Konu Görseli

Her ne kadar Türkiye’nin NATO’ya girişinin arkasındaki siyasi arka plan dönemin de siyasi atmosferi ile belli bir ölçüye kadar herkesçe anlaşılmış olsa da genel kanıda bu siyasi hat tercihinin yalnız Sovyetler Birliği’nin o dönem izlediği agresif tavırdan kaynaklandığı gibi indirgemeci bir yaklaşım da söz konusu. Halbuki bu kararlarda soğuk savaş ikliminde Türkiye’nin rolünün ve tarafların stratejilerinin etkisi olsa da ülkenin içinde bulunduğu iktisadi durumun, sosyoekonomik yapısının ve daha derinleşmiş Amerikan yayılmacı strateji repertuvarının etkisi de göz ardı edilemez. Bu sebeplerle, NATO-Türkiye ilişkisini doğru tahlil edebilmek için, önce Cumhuriyet’in kuruluş dönemi, iktisadi yönelimi başta olmak üzere, birçok yönüyle anlaşılmalı, ilk otuz yılda yaşanan değişimler ve siyasi/iktisadi sapmalar tespit edilmeli ve İkinci Dünya Savaşı sonrası mevcut iktisadi ve siyasi durum analiz edilmeli. Ancak bu şekilde bu ilişkiler başlangıç noktası itibariyle tespit edilebilir ve böylece günümüze yönelik kapsamlı bir anlayış zemini oluşturulabilir.

Kuruluş Döneminde Cumhuriyet’in İktisadi Yol Haritası
Kuruluş dönemindeki iktisadi yaklaşımlar da benzer bir şekilde genel hatlarıyla herkes tarafından kabul edilir olsa da sınırları halen dahi şiddetli şekilde tartışılan konulardan biri. Yazının bağlamında NATO-Türkiye ilişkilerinin daha iyi kavranabilmesi adına bu yaklaşımların yüzeysel bir haritasını çıkarmak faydalı olacaktır. Bunun için ise Kemalizm’in ideologlarının yaklaşımlarının da haricinde o dönemde bizzat Mustafa Kemal tarafından yazılanlar ve CHF parti belgeleri kullanılabilir. Tarihsel olarak bunların başlangıcı olarak İzmir’de yapılmış Türkiye İktisat Kongresi alınmalıdır. Bu kongrede alınan kararlar yeni kurulacak devletin ana amaçlarından birinin siyasi bağımsızlığı elde etmek kadar iktisadi bağımsızlığı da elde etmeye yönelik olduğunu kanıtlar niteliktedir. Milli bir iktisat oluşturulması ve kalkınma yolu arayışları bu kongrede baskın olmuştur. Bununla birlikte işçi haklarına dair düzenlemeler yapılması, Türk insanı ve Türk işçisinin nitelikleri hakkında da kararlar alınmıştır. Kongrenin Lozan görüşmelerine ara verildiği vakitte, henüz Cumhuriyet ilan edilmeden, yapılması da iktisadi bağımsızlık isteğinin ne kadar ağır bastığını vurgular niteliktedir. Bu kongre ile çokça tartışılan Devletçilik ilkesinin temeli atılmıştır. Bu ilke çeşitli değişimlerle Cumhuriyet’in onuncu yılına gelindiğinde kavramsal olarak daha oturmuş halini alacaktır, öyle ki Büyük Buhran yıllarına kadar daha, sözgelimi, liberal bir şekilde yönetilen ve burjuva yaratımına odaklanan ekonomi 1930 sonrası daha katı bir devletçiliğe yerini bırakmıştır. Devletçilik ilkesiyle belirlenmeye çalışılan kalkınma yolunu ne komünist ne de liberal olan bir çeşit devlet sosyalizmi sistemi olarak tanımlamak doğru olacaktır diye düşünüyorum. Henüz sanayisi gelişmemiş bir tarım toplumu olan Anadolu toplumunu hem millileştirme hem de kalkındırma gayesi vardır.

Nitekim kuruluş yıllarında devlet yetkilileri ve Kemalizm’in ideologları bu yaptığım tanımı destekler nitelikte tanımlamalar yapıyorlar. Atatürk devletçiliği Medeni Bilgiler kitabının “Vatandaşa Karşı Devletin Görevleri” kısmında yine bu paralelde tanımlıyor. Bu bölümde devletin iki asli görevini (yurt içi adalet/asayiş ve uluslararası güvenlik) sıraladıktan sonra devletin iktisadi görevine geçiyor ve önce benimsenmeyen iktisadi sistemlerin niteliklerini aşağıdaki cümlelerce sayıyor ve değerlendiriyor:

“…Bu iki tür görevden başka devletin ilgili olduğunu işaret ettiğimiz görevleri de başladığımız sıra içinde söyleyelim; Yollar, demiryolları vs. gibi bayındırlık işleri, Eğitim işleri, Sağlık işleri, Sosyal Yardım işleri, Ziraat, ticaret, el becerisine dayalı mesleklere ait ekonomik işler. Bu son söylediğimiz işleri, devletin yapmaması, bireylere bırakması gerektiği iddiasında bulunanlar vardır. Bu düşünceyi uygun bulan ve takip edenlere “bireyci” derler. Milletin genel ve ortak menfaatlerine ait siyasi, düşünsel işlerde olduğu gibi, ekonomik her tür işlerin de bireylere bırakılmayıp devlet tarafından yapılması daha uygun olacağı düşüncesini savunan “devletçiler” de vardır…”

“…Görülüyor ki, ekonomik ve bazı sosyal işler, bir taraftan birey­lerin menfaatleri ile ilgilidir. Bunun içindir ki bireyselciler, bu işlere devletin karışmasını bireysel hürriyete tecavüz gibi görürler. Ancak bu işler içinde, dolayısıyla bütün milletin ortak menfaatine dokunan ve ilgisi bulunan noktalarda vardır. Bu sebeple, devletçilerin haklı oldukları noktalan kabul etmek uygun olur…”

“…Bu açıkladığımız anlamda ve görüşte, devletçilik, özellikle sosyal, ahlaki ve millidir. Milli servetin dağılımı daha mükemmel bir ada­let ve emek harcayanların daha yüksek zenginliği, milli birliğin korunması için koşuldur. Bu koşulu, her zaman, göz önünde tutmak, milli birliğin temsilcisi olan devletin önemli görevidir…”

“…Ülkede her tür üretimin artırılması için, bireysel girişimin devletçe çok gerekli olduğunu önemini kaydettikten sonra, bildirmeliyiz ki, "devlet ve birey birbirine karşı değil, birbirinin tamamlayanıdır” …”


Bununla birlikte Cumhuriyet’in onuncu yılında çıkarılmış olan Kadro dergisinin 1933 Ekim sayısında İsmet İnönü’nün başvekil sıfatıyla kaleme almış olduğu “Fırkamızın Devletçilik Vasfı” isimli yazısı da önemli görülebilir. İsmet Paşa bu yazısında devletçiliği ve devletçiliğe verdiği önemi şu cümlelerle vurguluyor:

“…İktisatta devletçilik siyaseti, bana her şeyden evel bir müdafaa vasıtası olarak kendi lüzumunu gösterdi. Asırların ihmalini telâfi edecek, haksız tahripleri iymar edecek, yeni zamanın çetin şartlarına mukavemat edecek sağlam bir devlet bünyesi kurabilmek için, her şeyden evel, devleti iktisatta yıpratacak âmillerden kurtarmak lâzım geliyordu, Demek ki, iktisatta devletçilik'i, biz, inkişaf yolu takip edebilmek için bir müdafaa vasıtası ve bu sebeple bir aziymet noktası, bir temel addetmeğe mecbur bulunuyorduk…”

“…Bu kısa hulâsalarım, iktisatta devletçilik siyasetini, ne kadar inanarak takip ettiğimizi ifade eder ümidindeyim. Devletçilik'in memleket iktisadiyatı üzerindeki faydalı tesirlerinin ekseriya kâfi derecede fark edilmediğini görüyoruz. En serbest zannolunan bir sanat veya ticaret, müreffeh olabilmek için, mutlaka devletin yardımına ve müdahalesine ihtiyaç göstermektedir…”

Benzer şekilde Devletçilik ilkesi, parti programına dahil edildiği yıl olan 1931 CHP parti programında da şu cümlelerce tanımlanmıştır:

“…Ferdî mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için milletin umumî ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde- bilhassa iktisadî sahada - Devleti filen alâkadar etmek mühim esaslarımızdandır…”

Bu ve benzeri birçok belgeden benzer minvalde çokça örnek göstermek mümkündür. Görüleceği üzere Devletçilik ilkesiyle birlikte ne doğu ne de batıdan doğan ne komünist ne de liberal olan, bir çeşit solidarist devlet sosyalizmi oluşturulmaya çalışılmış ve bu sistem kalkınmanın yolu olarak görülmüştür. İlk yıllarda da iktisadi sahada yapılan çalışmalar da yine bu paralelde yapılmıştır. Milli bir iktisat ve milli bir burjuva sınıfı oluşturmak için varlık vergisi getirilmiş, tarımda ise toprak reformu yapılmaya çalışılmıştır. Başlı başlarına epeyce uzun konular olan bu iki konunun derinine, yazının bağlamından uzaklaşmamak için, girmeyeceğim. Bunun yanı sıra kalkınma planları hazırlanmış, devlet eliyle fabrikalar açılmış ve de bireysel teşebbüs engellenmeden milli bir burjuva yaratılmaya çalışılmıştır. Bu süreçte yapılanlar ve yapılamayanlar; yöntem, sebep ve sonuçları dahilinde yine uzun bir tartışma konusudur. Bütün bunlarla birlikte bu dönemde sanayileşme büyük oranda ilerletilmiş, Anadolu’nun bir tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişinin ciddi adımları atılmıştır. Sanayileşme hamlesi ithalatın azalması ve ihracatın arttırılması ile desteklenmiş ve Dünya çeşitli iktisadi krizlerden geçerken Türk ekonomisi istediği milli, bağımsız iktisat ve milli burjuva yaratımı hedeflerine doğru yürümüştür. Bu ilerleyiş kaynaktaki tablodan da görülebilir (T. Bulutay, Y. Tezel ve N. Yıldırım, Türkiye Milli Geliri 1923-48, Ankara, 1974).

Yine 1929-1939 yılları arasındaki on yılda gerçekleşen ithalatın içerisindeki tüketim malları, ara mallar ve yatırım malları dengesi de tüketim malları aleyhine değişmiştir. 1929 yılında, cari değerine göre, ithalatın %51’ini oluşturan tüketim mallarının 1939 yılında mallar arasında oranı %20’ye kadar düşmüş, aynı süreçte ara mallar %26’dan %41’e ve yatırım malları da %9’dan %22’ye yükselmiştir (Y.Tezel, (1982), Tablo.3.7). İthalatın kendi içerisindeki bu değişim de yine amaca uygun gidildiğinin bir göstergesidir.

İkinci Dünya Savaşı Sırasında Türkiye ve Dünya’nın İktisadi Durumu
1940-1945 yılları arasındaki dönemde ise Dünya Savaşı başta olmak üzere Dünya İktisadi krizlerinin yarattığı şokların etkisiyle durumun tersine döndüğünü söylemek mümkündür. Bu yıllar arasında milli hasıla %25, sınai üretim %22 azalmışken reel ücretler yarı yarıya düşmüştür (Korkut Boratav, Emperyalizm, Sosyalizm ve Türkiye, 2010). Bu gelişmeler ile CHP iktidarı durumun vahameti karşısında çeşitli önlemler almaya çalışmıştır. İaşe sıkıntısının harpten kaynaklandığı ve harpten sonra geçeceği inancı benimsenmiş, yaşanan darlığı telafi ve hatta tedavi etmek için birbiri ardına çelişik -örneğin bir yandan devlet kontrolü getirmeye çalışılmış bir yandan da karaborsa engellenmeye çalışılmış, dolayısıyla birbirini geçersiz kılan eylemlerde bulunulmuş- önlemler alınmaya çalışılmıştır.

Her ne kadar Devletçilik terk edilmemeye çalışılsa da içerideki çelişkiler, uluslararası şoklarla birleşince bu imkânı olabildiğine daraltmış ve yine ithalat yoluna başvurulmuştur. ABD daha 1942 yılında, savaştan görece uzakta kalmış bir ekonomik güç olarak, Türkiye’ye 15 bin ton buğdayı kendi vasıtasıyla getirmiş ve ihtiyaç dahilinde daha fazla getirebileceğini belirtmiştir (C. H. P. Genel Başkan Vekili Başvekil Şükrü Saraçoğlu'nun 11 Kasım 1942 tarihinde T.B.M.M. de irat buyurdukları nutuklar). ABD aslında ekonomik etki alanını genişletmeye Marshall yardımlarından çok daha önce başlamıştır. 1940 ve 1950 yılları arasındaki atmosfer Türkiye üzerindeki ABD etkisinin artması için tam anlamıyla bir kuluçka görevi görmüştür. Hızla küçülen bir ekonomi, yarıya düşen reel ücretler, dış siyasette denge arayışı, iç siyasetteki karışıklıklar, artan muhalefet ve henüz yeni doğmuş dünyaya açılmayı, büyümeyi bekleyen bir burjuva sınıfı... Nitekim burjuva için dışa açılıma yönelik sıkıntılar 1935’lerden beri süregelen bir sorun diyebiliriz. Örneğin madencilik sektöründe 1936 yılından bu yana gelen bir ihracat azalışı bu sorunlardan biri olarak gösterilebilir (İktisat Vekaleti 1936 ve 1937 Maden İstatistiği). İşte ABD tam da bu ortamda ekonomik gücünü arttırma fırsatı görmüş ve daha harp bitmeden eyleme geçmiştir. Böylece Türkiye’nin NATO’ya giriş ve Doğu Blok’undan uzaklaşma süreci daha NATO dahi doğmadan 1940’larda başlamıştır.

İkinci Dünya Savaşı Sonrası İktisat ve Siyaset
Dünya Savaşı sonrası Türkiye adına ABD etkisinin kuluçka dönemi sona eriyor ve artık olgunlaşma çağına gelirken dünya da uzun yıllar sürecek olan soğuk savaş ve çift kutuplu dünya iklimine doğru ilerliyordu. Bu süreçte ABD sadece Türkiye ile sınırlı kalmamış, özellikle üçüncü dünya ülkelerine dair bir ‘’komünizm tehdidi’’ nedeniyle önlemler almaya çalışmıştır. Bu önlemlerin en önemlisi Truman Doktrini ve ardından gelen Marshall yardımlarıdır.

CHP’nin etkisi ve gücü iç siyasette git gide azalırken, Demokrat Parti’nin güçlendiği yıllarda, Sovyetler Birliği’nin agresif tutumunun getirdiği siyasi sebeplerle de birlikte, CHP dış yardım alma kararını geri çevirmemiş ve bu yardımları kabul etmiştir. Bu hem Türk diplomasisi hem de Türk iktisadı için bir dönüm noktası kabul edilebilir çünkü ABD’nin geçmişte yaptığı yardım ve ticari anlaşmaların üstüne iç ve dış siyasetin ABD lehine dönmesiyle de bu yardımlar çok daha büyük bir etki alanı yaratmıştır. Böylece Türkiye, öyle ya da böyle 25 yıldır savunmakta olduğu Devletçilik ilkesini kızağa almıştır. Öyle ki ilkenin en büyük savunulma sebeplerinden olan iktisadı bağımsızlık olmadığı müddetçe siyasi bağımsızlığın kaybedileceği endişesi gerçeğe dönmüştür. Köy enstitüleri kapatılmış, Milli Şeflik kaldırılmış ve çok partili demokrasiye geçilmiştir. Bütün bunlarda artan Amerikan etkisi göz ardı edilemez. Hemen bu gelişmelerin ardından iktidara gelen Amerikancı Demokrat Parti iktidarı ise bu gelişmeleri perçinlemiş ve ABD etkisini derinleştirmiştir.

Sonuç
NATO’ya giriş işte böyle bir ortamda gerçekleşmiş ve Türkiye’nin dönemde uyguladığı denge politikası bozulmuştur. Bu süreçte Sovyetler Birliği’nin yaptığı hatalar ve sergilediği agresif tutum elbette son derece etkili olmuş ve kendi adlarına büyük bir stratejik hata olmuştur. Bunun yanı sıra bu siyaset değişikliği sadece siyasi olaylardan değil uzun yıllardan beri süre gelen iktisadi sebeplerden kaynaklanmaktadır. Günümüzde bu olayın etkisi siyasi ve iktisadi alana nasıl sirayet etmiştir bu yine başka bir yazının konusu ancak şu gerçek de unutulmamalıdır ki bugün NATO’ya giriş döneminde var olan siyasi ya da iktisadi sebepler yok olmuşken, Amerikancı DP iktidarının devamcıları iktidardadır ama onların karşısında, doğrusuyla ya da yanlışıyla, Devletçi, Halkçı, Cumhuriyetçi yani Kemalist bir irade mevcut değildir.