Yeni-Osmanlıcılık ve Yurtseverlikte Stratejinin Evrimi
Günümüz Türkiye’sinde 19. yüzyılın kalıntılarının dönüşerek önümüze konulduğunu görüyoruz. Borç batağındaki ülkemizde çiftçilerin artan maliyetlere dayanamayıp tarımı bıraktığı, birim emeğin değersizleştiği, çalışanların can ve mal güvenliğinin olmadığı, rüşvetçiliğin kol gezdiği, liyakatten ziyade sultana sadakatin önem kazandığı, hukuksuzlukların ve suskun çoğunlukların yaratılmaya çalışıldığı; vergide-gelirde adaletsizliğin arttığı, alınan maaşla geçinilemeyen hatta alınan maaşla kiranın bile ödenemediğini gördüğümüz bir ülkeye dönüştürülmüştür. Fakat önümüzdeki manzara ve benzerlikler bizi yanıltmamalıdır: Cumhuriyet öncesi rejimin kalıntıları bugün de karşımıza çıkıyor fakat şartlar ve pratik bizlere bambaşka bir çelişki sunmaktadır. Örneğin; Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki gibi yerli sermayenin eli kolu bağlı değildir hatta yerli sermaye, yabancı sermaye ile uluslararası bir iş birliği halinde ülkemizin kaynaklarını sömürüye açmaktadır. Enerjiden, yeraltı kaynaklarından tutalım savunma sanayisine kadar bu sömürü yelpazesi genişletilebilir. Bugün Türkiye, sermaye ağındaki ‘’hasta adam’’ olarak gözükmemekte, yayılmacı istekleri olan bir emperyalist rolünde gözükmektedir.
Salt sermaye ithalinden ziyade sermaye ihracını ‘’yayılma-savaş odaklı’’ geliştiren iktidar-sermaye ittifakı AKP, pek tabii bunu yeni emperyalist paylaşımların gelişimi için yapmaktadır. Tıpkı 19. yüzyıldaki gibi sermaye ihracı emperyalizme hizmet etmiştir ve bugün de etmektedir. Bu çarpık-çelişkili gelişmede Türkiye, uluslararası sermayede sözü geçen fakat yine de çoğunlukla söz geçirilen konumdadır. Aslında 19. yüzyıl Türkiye’si ile 21. yüzyıl Türkiye’si arasındaki keskin fark şudur: Bugünün Türkiye’sinde amaç yeni bir emperyalist devlet doğurmaktır. Bu da ‘’Türkiye'nin askeri ve iktisadi nüfuzunu genişletme’’, ‘’Türkiye Yüzyılı’’, ‘’Güçlü ve Bağımsız Türkiye’’ sloganlarıyla halka sunulmaktadırlar. AKP’nin gerek Ukrayna Savaşı’nda gerekse Karabağ Savaşı’nda sattığı İHA’lar, Suriye’de emperyalistler tarafından desteklenen cihatçı HTŞ’nin desteklenmesi gibi olaylar bunu göstermektedir. Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına kıyasla bugünden fark şudur: 19. yüzyılda az da olsa yapılan sermaye ihracatının amacı Düvel-i Muazzama’nın ihtiyaçlarını karşılamak ve onların hammadde deposu olmak içindi. Bugün ise ülke sermayesini özerkleştirmeye ve farklı pazarlara hegemonik olmaya çalışılmaktadır.
Bu “Emperyalist Türkiye” projesi diğer emperyalistlere hizmet etmiyor demek değildir. Yine Erdoğan’ın, Türkiye’nin F-35 projesinden çıkarılmasına karşılık Rusya’dan S-400 alması yahut NATO üyesi bir ülke olarak BRICS’in kapısının çalınması, ‘’çıkar çatışmalarına bir restorasyon’’ veya ‘’hegemona küçük çaplı baş kaldırma’’ olarak okunabilir. Duygusal milliyetçi talepleri besleyecek bu hareketler bir de yetmezmiş gibi AKP, Atatürk’ün “Tam Bağımsızlık” idealini bu hususta kullanmaktadır. Buradaki bağımsızlık “emperyalist bağımsızlık”tır ve diğer “emperyalist” kuvvetlere karşı bir bağımsızlık daha doğrusu ‘’laf geçirme’’ çabasıdır.
Birbirinin çıkarlarını kendi çıkarları korundukça koruyan bu grup, elbette etkileşim içinde olacaktır. Bu projenin ayak seslerini (Batı’dan ‘’Çelişkili’’ kopuşta) 2016 yılından sonra değerlendirmek mümkündür. FETÖ ile olan bağlar sözde kopmuş, AB’den net olmamakla beraber ümit kesilmiş, emsalsiz bir başkanlık sistemi ile yürütme hiç olmadığı kadar güçlenmiştir. Fakat AKP’nin pragmatist temelli bu arayışı, sermayeyi özerkleştirme çabası çelişkiler barındırmaktadır. AB-D’den tümüyle kopması mümkün değildir ki hatta Avrupa gazeteleri örneğin Le Monde ‘’Bir zamanlar 'tuhaf' bir ortak olan Türkiye, zayıflayan Avrupa Birliği için vazgeçilmez hale geldi’’ gibi bir başlık atmıştır. Bu gibi çağrılara karşılık AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, sıcak baktığını ve tam üyelik müzakerelerinin canlandırılması gerektiğini belirtmiştir. Dolayısıyla burada temel misyon emperyal devletlerle hem iyi geçinmek hem de onlara gözdağı vermektir. Gözdağının kaynağını da diğer az gelişmiş (sömürüye açık) ülkeleri basitçe sömürerek değil kendi ülkemizin kaynaklarını o ülkelere kullanarak geliştirmek, onların etki alanlarını ve manevi duygularını kazanmak böylece bir kazan-kazan ortamı yaratıp asıl gücü kendine toparlayıp ‘’dünya lideri’’ bir devlet yaratmak. Bu hem bağımlı hem de kendi başına buyruk bir emperyal devlet projesi oldukça çelişkilidir.
Bu projeyi AKP’nin karşı-devrim radikalizminin ereği olarak değerlendirmek mümkündür. Zira eski rejimin kökten değiştiği, yani anti-emperyalist felsefeyi tamamıyla karşısına alan laik-üniter cumhuriyeti derinden yıkacak olan bir yeni rejim… Faşist yapılanmalar da bundan nemalanmanın peşindedirler ve AKP’yle en ortak payları Kemalist rejimin anti-emperyalist tavrına karşı durmaktır. Yani AKP aslında yalnızca İslamcılarla ittifak halinde değildir, Türk-Kürt emperyalizmi tasarısında onlara destek verebilecek MHP ve DEM -ki Kürtlerin burada Müslüman kardeşlerimiz denerek pasifize edilmesi amaçlanmaktadır- türevi oluşumlarla da ittifak halindedir. İnorganik yahut organik, aynı propagandayla beslenmekte, aynı düşüncelerde birleşmektedirler. Bölgede barış yanlısı ‘’pısırık Kemalist rejim’’ anlayışı yıkılmalıdır. AKP İktidarı Kemalizm’le bu açık savaşında dahi sağ-Kemalistlerden desteğini almaktadır. Hatta etnisite temelli hak arayışında olan grupları AKP içinde ‘’Müslümanlık’’ adı altında sindirmektedir. Burada anlaşılması gereken şey, yalnızca iktidarını korumak isteyen AKP her türlü sertleşmeye gideceğidir. Türkiye’yi emperyalist yapmak istemesinin nedeni tek kozlarının artık bu olduğunu bilmeleridir. Bütçe dağılımlarında MSB’nin bütçesindeki rekor artışlar -ki buna ek olarak Diyanet’in gelecek yıllardaki bütçe artışı MEB’e oranla fazladır, bu da kültürel yayılımını pekiştirmeye yarar ve MEB de sonuç olarak anti-laik kurumlarla iş birliği yapıp buna uygun nesiller yetiştirme aracı olmaktadır-, Türkiye’nin silah ihracatında sermaye hacminin son beş yılda %103 artış göstermesi ve özellikle sermayenin düzenli olarak buraya aktarıldığını bizlere göstermektedir. Bu durum halka genellikle yararına bir durummuş gibi yansıtılmakta ve refaha gidiş olarak anlatılmaktadır. Bunun dışında yine aynı rapora göre bu yapılırken silah ithalatında 2015-2019 yılları arasına kıyasla 2020-2024 yılları arasında %33’lük bir azalma meydana geliyor. Bu sermaye dağılımında dikkatimizi çeken bir diğer nokta ise NATO’nun ikinci en büyük ordu gücüne sahip Türkiye, dünyada bu silah ticareti hususunda 11. Sırada. ‘’2020-2024 döneminde Türkiye silah ihracatının yüzde 18’ini Birleşik Arap Emirlikleri’ne, yüzde 10’unu Pakistan’a ve yüzde 9,9’unu Katar’a yaptı.’’ (soL Haber, SIPRI: Türk şirketlerinin küresel silah ihracatındaki payı 5 yılda yüzde 103 arttı). Aynı şekilde kendi döneminde Afrika ülkeleri ile ilişkilerde emperyalist hedefleri bulunan AKP iktidarı; iktisadi, siyasi ve daha önemlisi ‘‘dini’’ ilişkilerini genişleterek aslında yeni-Osmanlı sistematiğine uygun bir siyaset gütmektedir. Bilhassa dinci vakıfların Afrika’da alan kazanması AKP’nin yeni-Osmanlıcılık siyasetini ‘‘manevi’’ yoldan güçlendiriyor.
Özetle; Türkiye’de yarı-bağımlılık durumu tam olarak/keskin bir şekilde sonlandırılamamıştır. İttihatçılar ve Kemalistlerce milli burjuvaziye yüklenen bu misyon hiç gerçekleşmemiş, çarpık bir durum ortaya çıkmıştır. Sermaye sınıfı tarafından yazılan, AKP tarafından oynatılan bu ideal, şekilsel bir cumhuriyetten ilerlemektedir. Asıl hedeflenen şey ise yeni bir sermaye imparatorluğudur. Geçmişteki ilerici karakterleri, olayları hep kendi tarih yazımlarına göre şekillendirmektedirler. Dolayısıyla ortadaki çelişki bir Osmanlı-Cumhuriyet çelişkisini güçlendirmektedir.
En nihayetinde Jön Türklük yahut İttihatçılık, en geniş tanımıyla ‘’yurtseverlik’’ o gün için bir “milli burjuvazi” devrimini kurtuluş görmekteydi ki şartlar da bunu gerektirmekteydi. Ancak tarihsel olarak tüm bu aşamalardan sonra emperyalizm çağında ve kapitalist gelişimini hasbelkader tamamlayan ve sermaye-parti istibdadının ereğine ulaştığı günümüz Türkiye’sinde Jön Türkler kaçınılmaz olarak “sosyalist devrim”i amaçlamalı. O günün Jön Türkleri-İttihatçıları belki bu seviyede olamazlardı. Metin Çulhaoğlu ‘’İttihatçılık, Türkiye’deki kapitalistleşme sürecinin doğrudan uzantısı olmakla birlikte, son çözümlemede bu süreci etkileyip ona biçim vermeyi amaçlayan bir politik hareket olarak belirginleşiyor’’ demektedir. O gün için Türkiye kapitalistleşme sürecini bağımsızlaştırmalı idi. Bugün ise durum diyalektik açıdan çok değişmiştir.
Türkiye, sosyalizme iktisadi koşullar bakımından oldukça uygun ve yakın olsa da akıllarda uzaktadır. Burada kastedilen “akıllarda uzaklık”, ‘’işçi sınıfı bilinçsizdir’’ gibi bir anlam taşımamaktadır. Aksine işçi sınıfının üzerinde dünden daha ağır ciddi bir gerici iktisadi, sosyal ve siyasi baskı mevcuttur. On kötülüğü yaşatıp sahteden bir iyiliği vermekte ve bunu ikramiyelerle, sahte zamlarla örtmeye çalışmaktadır. Sonunda da ‘’şükretmeyi’’ öğütlemektedir. Fakat genel olarak emekçi kitleler bu yalanlara artık doymuştur.
Arayışlar, Kopuşlar, Devrimler
1908 burjuva demokratik devrimi saltanata, feodal düzene ve ‘’emperyalizmin ekonomik ve politik yayılmasına’’ (sos. Açıdan jt) karşı yapılmıştı. Birtakım isyanların birikimi, bardaktaki suyu taşırmıştı. Lakin yetersiz koşullar dönemin yurtseverlerini hürriyet sarhoşluğunda boğmuş, reformcu bir düzlemden ileriye gidememişlerdir. İttihatçılar gerçekten hem ilericilik hem de gericilik arasında gidip gelmişlerdir. İTC’nin bu iç çelişkileri, Mustafa Kemal ve birtakım arkadaşlarının kopuşunu yaratmıştı. Kemalistler, yine İttihatçı kadrolardan oluşmakta idi. Aradaki fark ise basitti: Kemalistler daha halkçı, daha realist ve daha ilerici idi. Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde dahi Kemalistler bu ilerici-gerici yerini aramıştır. Bunun nedeni çoğu yerde İttihatçıların örgütlenmeyi üstlenmesi (Yalçın Küçük, ‘‘Bir İç Savaş Örgütlenmesi Olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’’. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi C. 6. İstanbul. 1988) ve Kemalistlerin (metot farkı) bundan kopmaya çalışmasında aramak mümkündür (ilerici-gerici çatışması). Burada atlanılmaması gereken husus ise İttihat ve Terakki Cemiyeti ömrünü tamamlayana kadar ilerici kalamamasıdır. Aksine onun sonunu getiren de halkta şiddetten duyulan rahatsızlık, korku ortamı, savaş koşulları ve ehven-i şer adımlar sonucu ilerici vasfını kaybetmişti. Zira ortada bir hürriyet vardı, fakat ne sesini duyan vardı ne de gören... İttihat ve Terakki her şeyden öte aydınlanmacı despotizm tepkiselliğinde bir cepheleşme hareketidir ancak Kemalizm, İttihatçılığın seçkinci radikalizminin daha sönümlendiği, halka dayanan bir hareket olmuştur ve tarihteki ilerici duruşunu ve başarısını bu tepkiye borçludur.
Metin Çulhaoğlu, Kemalistler tarafından İttihatçılığın reddini ‘’devam-inkar diyalektiğinin özgün bir örneği’’ olarak tanımlamaktadır. 1909 sonrasındaki bu kopuş, İttihat ve Terakki’nin gerici niteliğinin -Kemalistlere nazaran- ağır basmasına ön ayak olmuştur. Şüphesiz 1919 Hareketinin ayak sesleri 1908’den gelmekteydi. Cumhuriyet devrimi, 1908’in açtığı yolla mümkün olsa da bu devrime -sürekliliğe rağmen- karşı bir devrim idi.
‘’İttihat’’ (ordre) kelimesinin ifadesi aslında A. Comte’un programından esinlenerek tarihsel maddeciliğe bir reddiye olarak ortaya çıkmıştır. ‘’Toplumsal ahenk’’ olarak. Bu pozitivist etki Kemalistlere de aktarılmıştır. Zira bu anlayış, dönemin aydınına sirayet etmişti. Bunun nedenini ‘’gelişen iç pazarın güvenliğini ‘kuvvetli’ bir merkezi iktidar ‘’ (Taner Timur, s.112) gereğince merkezileşmeye ve dolayısıyla ulus-devletleşme? ihtiyacına bağlayabiliriz. Bu ihtiyacın doğuşu ise şu alıntıdan anlaşılabilir: ‘’Haraç, rüşvet günlük olaylardan olmuştu. Bölgeyi iyi bilen yazar, Van ve Hakkâri vilayetlerindeki duruma ilişkin şunları yazıyordu: ‘Bu vilayetlerin yönetimi de tüm imparatorluğunki gibidir; yöneticiler hiç çekinmeden görev ve yetkilerini kötüye kullanıyorlar. Buraların başkentten uzak oluşu, memurların açgözlülüğünün ve doğruluktan uzaklaşmalarının önemli bir nedenidir’’ (s.28) Kemalist dönemde bu iç pazarı güçlendirme-denetleme için demiryolları bir adım sayılabilirdi. Toplumsal ahenk fikri ile İttihat sözcüğü, Timur’un da tabiriyle küçük-burjuva özlemlerine cevap veriyordu ve bu toplumsal ahenk fikri pek tabii uluslaşma (milli ruh) getiriyordu. 1935 Cumhuriyet Halk Partisi, programındaki ‘’Halkçılık’’ kısmında bu konuya değinmektedir. ‘’Türkiye Cumhuriyeti halkı ayrı ayrı klaslardan karşıt değil; fakat ferdiğ ve sosyal hayat için, iş bölümü bakımından, türlü hizmetlere ayrılmış bir sosyete saymak esas prensiplerimizdendir… Partimizin bu prensiple amaçladığı gaye, klas kavgaları yerine sosyal düzenlik ve dayanışma elde etmek ve asığlar arasında, birbirlerine karşıt olmayacak surette, uyum kurmaktır’’. Atatürk: ‘’Bizim halkımız menfaatleri yekdiğerinden ayrılır sınıflar halinde değil; bilakis mevcudiyetleri ve mesailerinin toplamı yekdiğerine lazım olan sınıflardan ibarettir’’ diyerek aslında Taner Timur’un dikkat çektiği ‘’Kurtuluş Savaşı’nda bir ara otoriter bürokrasiye karşı silah olarak kullanılan halkçılık fikri, artık sınıf mücadelesini önlemek’’ amacına yöneltilmiştir. (s.57) Sonuç olarak o kuşağın bu bakışını Metin Çulhaoğlu şöyle eleştirir ‘’Gecikmiş süreçlerin gecikmiş ideologları, gecikmiş olmayı, erken başlayanların acılarını çekmekten kurtulma olanağı sağlayan bir avantaja dönüştürebileceklerini sanıyorlar. Böylece burjuva ideolojisi bir yanılsama olarak, katmerli bir nitelik kazanıyor. Gecikmiş süreçlerin gecikmiş ideologları, bu nedenle artık ‘kapitalizm ile sosyalizm arasında bir orta yol’ ütopyasını zorluyorlar.’’
İçte saraya ve sanayi-ticaret burjuvazisine ve dışta bunların bağlı oldukları emperyalizme karşı bir ‘’halk hükümeti’’ devrimi yahut küçük-burjuva milliyetçilerinin devrimi, sonraki dönemlerde ülkede ‘’bağımsız/özerk kapitalistleşme’’ ya da ‘’milli burjuvazinin ilerici rolünü’’ oynama olanağı sunmuş olsa da bu durum çok sürmedi. Türkiye devleti tekrar emperyalizme açık hale geldi, dün bu ilerici devrimi yapanların bazıları karşı-devrime ön ayak oldular ve çekildiler…
Dün, Bugün, Yarın: Birtakım Şeyleri Tekrarlamamak Üzere
Öncelikle Cumhuriyetin sosyo-iktisadi yönünü anlamanın en net yolu Atatürk’ün Aralov’a verdiği demeçte bulunmaktadır: ‘’Rusya’yı Türkiye’yle kıyaslayamazsınız! Rusya’da işçi sınıfı daha devrimden önce örgütlenmişti. Yüksek bir bilinç düzeyine erişmişti. Sizde dinin halkın üzerinde bizde olduğu kadar büyük bir etkisi yoktur, yobazlık yoktur. Bunu hesaba katmak gerek. (…) Türkiye’de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Bizim burjuvazimizi ise henüz burjuva sınıfı haline getirmek gerekiyor. Ticaretimiz çok cılız, çünkü sermayemiz yok. Yabancılar bizi eziyor. Benim amacım, milli ticareti kalkındırmak, fabrikalar açmak, yeraltı zenginliklerini meydana çıkarmak, Anadolu tüccarına yardım etmek, zenginleşmesini sağlamaktır. Bunlar devletin önünde duran işlerdir. Biz bunları yasalaştıracağız!’’ (Bir Sovyet diplomatının türkiye anıları 1922-1923, Semyon İvanoviç Aralov, s.234)
Gazi’nin verdiği bu demeç, diyalektik bir probleme işaret etmektedir: Sermaye neredeyse işçi sınıfı oradadır. Pek tabii Türkiye’de bir işçi sınıfı vardı (zira sanayiler vardı) lakin devrimde hissedilemeyecek düzeydeydi zira sermaye hatırı sayılır düzeyde yoktu, çoğunlukla yabancılardan oluşmakta idi. O günden bugüne Türkiye’de sermaye birikimi azımsanamayacak düzeylere gelmiştir ve pek tabii işçi sınıfı da genişlemektedir. Bugünün stratejisindeki farklılık öncellerini tümden reddedeceğimiz anlamına gelmez. Cumhuriyet; sonuçları itibariyle solu güçlendirmişti zira çelişkileri güçlendirmenin yolunu açmış, sermayeyi güçlendirmiş ve daha iyi bir cumhuriyeti düşünebilmenin fırsatını vermiştir. Bunu yaparken de ilerici birikimleri sahiplenmek ile savunmanın arasında da belli farklar oluşur. Bu birikimlere düşmanlık beslemenin anlamı yoktur ancak gerici hegemonya tarafından hedef alındığını bile bile bunu sahiplenmemek aymazlıktır.
Örneğin biz, 9 Martçı bir devrimcinin deyişi olan “İttihatçılık evvela bir ruhtur: Zulme Karşı Mukavemet” deyişini ideal edinirken, Türkiye’nin ilk ilerici sivil-bürokratik örgütlenmesinin baskıya ve zulüme karşı mücadelesini örnek aldığımızı belirtiyoruz. Burada bir mezar taşı konuşturmak yahut ‘’sağcılık’’ yoktur. Zira bunu ilerletip, gerekirse İttihatçıların (sonrasında Kemalistlerin) kalkınma konusundaki ideali olan “milli-burjuva yaratma” idealini “sosyalist devrim’’e taşımayı amaçlıyoruz. Daima, ilk günden beri bu gelişime ve çelişkilere karşı bu çevreyi yaratmayı amaçlamıştı. İttihatçılık sözünden bir ‘’sağcılık’’ anlamı çıkarmak hem kavramın ilk zamanlarına hakaret hem de bugün bunu yalnızca sultaya karşı mücadele vermek, yurtsever olmak olarak anlayan bizlere hakarettir. Elbette günümüzde faşizan çeteler bunu o günkü anlamıyla, tabir-i caizse ‘’gerici’’ anlamda kullanmak istemektedirler. Toplumumuzda anti-komünistlerin ilericilere taktığı belirli etiketler vardır. Bunların başını komünist ve Kemalist etiketleri çeker. İttihatçılık etiketi artık anti-komünist cephede “gerici” bir niteliğe büründürülmüştür. İşte Daima’nın bu tavırla bir derdi vardır. Dolayısıyla biz “İttihatçılık evvela bir ruhtur” derken devrimci birikimi selamlarız. Amaç İttihatçılıktan bir ideoloji çıkartmak değildir.
Jön Türk/İttihatçı kavramları genellikle de bu örgütlenmeyi yahut ideali gösterir. Geniş anlamda ‘düzeni, halk için değiştirmeyi amaçlayan’ grup olarak değerlendirebiliriz. Celil Gürkan’ın ‘’12 Mart’a Beş Kala’’ kitabının açıklamasında Uğur Mumcu, 9 Martçıları ‘’Son İttihatçılar’’ olarak tanımlarken bunu kastetmekteydi.
Sonuç Yerine
Türkiye, birbirine zincirle bağlı ve tarihsel olarak birbirini tamamlamaya yönelik olan devrimlerin ilkinde (1908-1923/6) bir yol katetmiş olsa da ikincisinde yani 12 Mart’tan sonra gericiliğe bürünmüştür. Sol fikirler ise bir daha asla eskisi kadar özgür olamadı. Diğer yandan bazıları şekil değiştirdi, bir yandan ılımlı politikalarla idare-i maslahatçılık (sosyal demokratlık) peşinde koşuldu diğer yandan ise halk düşmanlığına… Sonucunda ise sağ iktidarlar, sorunun asla “iktisadi eşitsizlikler”de olmadığını vurgulamaya devam etti; kendi zenginlerini yaratmaya, ülkemizin kaynaklarını uluslararası sermayeye peşkeş çekmeye ve sorunun her zaman “ilerici zihniyet”te olduğunu savundu. Savunmaya da devam ediyor…
Bu kopuşlu süreklilikte yaratılmaya çalışılan yeni istibdat rejimine karşı vatanperverlerin ilerici birikimleri, anti-laik yöntemlerle etiket ideolojiler yaratmaya çalışanlara karşı sahiplenmeleri ve bunu sosyalizmle devam ettiren bir devrimi yaratmaları gereklidir.